Duvarları devirin de, kül edin betonları
Ne böyle sınır olsun, ne böyle düşmanlıklar
Kaldırın duvarları, yıkın gitsin hepsini
Ne böyle zulüm olsun, ne de böyle şarkılar
Zülfü Livaneli
Sınırımıza saygı duymayan kurşunu yer! 1966 yılında Savunma Bakanı Heinz Hoffmann bir cümleyle Alman Demokratik Cumhuriyeti (GDR) politikasını özetliyor. En az 128 kişinin kurşunu yiyerek saygı duymayı geriye kalanlara öğrettiğini okuyorum Berlin Duvarı Hikayesi kitabından (Hans-Hermann Hertle). Yine de akıl almaz yollarla 5075 kişinin de kurşuna meydan okuyarak karşıya geçmeyi başarmış olması gülümsetiyor beni.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Yalta Konferansı’nda İngiltere, Fransa, ABD ve Sovyetler Birliği arasında dörde bölünüyor Almanya ve Başkenti Berlin. İşgalin- adına kurtarma operasyonu da diyebilirsiniz, nereden baktığınıza göre değişiyor resim hep olduğu gibi- amacını demokratikleştirme, silahsızlaştırma olarak belirlemiş kurtarıcı güçler. Tanıdık geldi mi?
Ve başlıyor Filler tepişmesi, soğuk savaşın sancısını çimenler çekiyor hep olduğu gibi.
1945-1961 yılları arasında yaklaşık 3.5 milyon kişi Doğu Berlin’den Batı’ya göç ediyor. Rejim meşruluğunu korumak zorunda buluyor kendini. Bir Ağustos pazarı uyanan Berlinliler 7000 silahlı asker ve yüzlerce tank eşliğinde şehrin dikenli tellerle ikiye bölünmesini izliyorlar hayretle. Bir hafta içinde teller yerini 156 km uzunluğunda 3.6 metrelik bir duvara bırakıyor. 12 Ağustos 1961 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı bölünmenin nedenini ‘Batı Almanya’dan korunma’ olarak açıklıyor diye devam ediyor Berlin Duvarı Hikayesi.
‘Bizi bu son kurtarıcıdan kim kurtaracak’ cümlesini hatırlıyorum, acıtıyor.
Müzeye dönüştürülmüş şimdi sınır noktası, eski fotoğraflarına bakıyorum parçalanmış şehrin. Bölünmüş bir ülkeden gelmek, tel örgülerin ikiye böldüğü bir şehirde doğmuş olmak daha da bir duygusallaştırıyor beni bu görüntülere. Tarih gibi, film gibi bakamıyorum ki ben. İçine giriyorum adeta hikayenin, yaşıyorum Berlinlilerin dramını.
Dışardan bakan dostum yanıbaşımda, Selanikli O, yabancısı bu duyguların. Hayal edebiliyor musun diyor, şehri bölmüşler boydan boya, geçemiyorsun öteki yana. Geçmeye çalışan vatan haini! Ah diyorum ah, bir bilsen?
Bilmiyor, nereden bilecek? Biz henüz yıkamamışız duvarlarımızı, ne kafamızdakini, ne aramızdakini. Yıkmayı boşver ‘güvenlik’ amaçlı bariyerler inşaa etmeye devam ediyoruz sınırlarımıza. Açık hala yaralarımız, kanıyoruz. Tarih diye satacak renkli beton parçalarımız, övünecek birleşme anılarımız yok henüz. Olacak mı bir gün, kim bilir?
Yeni yıla hep ‘Bu yıl Barış yılı olsun’ dileğiyle girmekten usandım ben artık, umut asla ölmez diyeceksin can dostum biliyorum, ölmez de, kayıp uzun zamandır, ben bulamıyorum…
Checkpoint Charlie soğuk savaş yıllarının en meşhur noktası, 1961-1990 yılları arasında Amerikan kontrolündeki bölgeden, Doğu Almanya’ya, Sovyetler kontrolüne geçiş noktası. Ekim 1961’de Üçüncü Dünya Savaşı paniği yaşatan J.F. Kennedy ve Nikita Khrouchtchev ‘in tankları burada karşı karşıya gelmiş, önemi biraz da bundan.
İsminin niye Charlie olduğunu soruyorum gezi arkadaşıma. Elindeki broşürden okuyor; Nato Fonetik Alfabesi! Yeşilhat’tın isim babasını anlatıyorum karşılığında, ne diyeceğini bilemiyor. Susuyoruz karşılıklı, isyanı gömüyoruz içimize.
Dört dilde yazılmış, ‘Şu an Amerikan sektöründen ayrılıyorsunuz’ yazısı Berlin duvarının, bölünmenin, soğuk savaşın başka bir sembolü haline gelmiş. Resmi Berlin Şehri websitesi bu sınır noktasını duvarın 1989 yılında yıkılmasına kadar Batı ve Doğu, ‘kapitalizm’ ve ‘komünizm’, ‘özgürlük’ ve ‘tutsaklık’ arasındaki çizgi olarak tanımlamış. Duvarı aşmaya çalışan kişilerin hikayelerini okuyorum duvar kalıntıları üzerinde, Doğu Berlin’deki hayatı anlatan fotoğraflara bakıyorum, yine de sevmiyorum bu tanımı, hiç sevmiyorum…
Taraflı mıyım ben? Muhtemelen, ama Berlin şehri resmi kaynakları da öyle, kim değil ki zaten?
Başkaları’nın Hayatı (Florian Henckel von Donnersmarck) filminin çekildiği sokakta kalmayı seçiyorum ben Berlin ziyaretim esnasında. Baskıya, şiddete lanet okusam da, bunu tek komünizme mal etmeyi pek de hazmedemiyorum doğrusu. Karl Marx sokağı da, 1989 özgürlük devriminin başladığı sokak kadar heyecanlandırabiliyor beni en az.
Doğu’yu, geniş caddelerini, gülümseyen yüzlerini, dilimi hiç konuşmasalar da bana yaşadıklarını anlatmaya çalışan mütevazi satıcılarını tercih ediyorum Batı Berlindeki uluslararası zincirlere, gökdelenlere. Doğu Berlin’de trafik ışığı olarak kullanılan kırmızı, yeşil şirin ışık adamlar olan Ampelmann’ı seçiyorum ben Berlin sembolü olarak, Brandenburg Kapısı yerine. Berliner birasını iki yakada da buluyorum nasılsa, seçim yapmama gerek kalmıyor bu konuda.
2014’ü karşılarken bu şehre, hikayesine, düzenine ve toleransına kaldırıyorum Berlinerimi ve o an umudu yakalıyorum.
Örnek ol bize Berlin diyorum, ne olur örnek ol! 2014’den dileğim bu benim.
5 Ocak 2014
Marsilya