Nur Köprülü
koprulunur@gmail.com
“Sosyal adalet, yolsuzluklarla mücadele ve mezhepçiliğe son” … Tüm bu çağrılar 17 Ekim tarihinde başlayan, birçok farklı mezhepten Lübnanlının katıldığı ve başkent Beyrut başta olmak üzere Sayda, Baalbek gibi diğer kentlere de sirayet eden halk protestoları Lübnan’ın geç kalmış Baharını çağrıştırır nitelikteydi. Yaklaşık iki haftadır geniş katılımlı gerçekleştirilen gösterilerde kapitalist üretim tarzına yönelik eleştiriler ve kemer sıkma politikalarına karşı ortaya çıkan direniş kayda değer bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki nasıl oldu da 2011 yılında tüm Arap dünyasını etkisi altına alan halk protestoları Orta Doğu’nun bu küçük ama bir o kadar da ‘büyük’ sorunları olan ülkesi Lübnan’ı bu denli sarmazken bugünlerde birdenbire (?) Lübnanlılar bir devrim talep eder gibi sokaklara döküldü? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz ülkenin bir süredir yaşadığı ekonomik gerileme ve işsizliğin %25’e tırmanması ile açıklanabilse de Lübnan’ın “makus tarihinin” de bu gösterilerde büyük ölçüde payı yok değil.
Lübnan, içerisinde barındırdığı birçok mezhepten topluluklar ve kendine özgü siyasal yapısı ile Orta Doğu’nun nerdeyse tüm unsurlarını temsil ettiğinden ötürü bölgenin ‘minyatür’ ülkesi olarak literatüre geçmiştir. Tarihsel olarak diğer Orta Doğu ülkelerinden farklı bir siyasal yapı ve meşruiyet zemini çerçevesinde inşa edilen Lübnan’da devlet ve ulusçuluğu anlamak için hem ülke içerisindeki farklı grupları hem de bu mezheplerin bölgesel ve küresel politikaları ve girdikleri ittifakları dikkate almak elzemdir.
Osmanlı yönetimi sırasında çeşitli yönetim şekilleri denenen Lübnan’da mezheplerin etkisinin yönetim modellerine de yansıdığı bir siyasal yapı inşa edilegelmiştir. Bölgede yaşanan Arap-İsrail sorunundan derinden etkilenen ülkelerin başında gelen Lübnan, 1975-1989 yılları arasında yıkıcı bir iç savaş yaşamış ve bunun sonucunda etnisite /mezhepler ve ülkeyi oluşturan topluluklar arasında kutuplaşmalar ve derin ayrışmalar başlamıştır.
2005 yılında Sünni kökenli eski Başkanlardan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesi ile mezheplerarası ayrışma derinleşmiş ve bu ayrışma 8 Mart (Hizbullah’ın liderliğindeki Suriye’yi destekleyen grup) 14 Mart (Saad Hariri liderliğindeki ve Maruni Lübnan Güçleri, Lübnan Ulusal Bloku, Bağımsızlık Hareketi, Ermenileri kapsayan grup) Hareketlerini ortaya çıkarmıştır. 2005 yılından bu yana Lübnan iç siyaseti bu iki hareket/kamp üzerinden şekillenirken, iç ve dış aktörlerin etkisi ile Lübnan siyaseti âdeta ülkelerarası bir güç mücadelesine sahne olmuştur.
Arap dünyasında 2011 yılı itibarı ile süregelen toplumsal hareketlerin – özelde Suriye’de – sekteryan karakteri Lübnan’ın kırılgan güç paylaşım mekanizmasının geleceğini bir kez daha etkilemiş ve sorgulanır hale getirmişti (1).
“Paylaşılmış” Varlık Paktı
Siyasal güç paylaşımının nüfusa ve etnisiteye / mezheplere dayalı bir demokrasi (oydaşmacı demokrasi-consociational democracy) modeli ile yönetilen Lübnan’da hem siyasal modelin hem de bölgesel aktörlerin müdahil olmasının getirdiği açmazlar neticesinde siyasal istikrar sürekli olarak sekteye uğramaktadır. Lübnan, Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel açılardan en karmaşık ülkesini temsil etmektedir. Bu karmaşık nüfus yapısı zaman içerisinde yaşanan gelişmeler nedeniyle çatışmaların müsebbibi durumuna gelmiştir. Ancak mezhepçi bir okuma bugünkü durumun analizini yapmamızda yetersiz kalmakla birlikte, sadece mezhepler üzerinden bakıldığında meselenin esası olan bölgesel düzeydeki güç ve hegemonya / iktidar mücadelesi göz ardı edilmiş olur.
1932 yılında yapılan nüfus sayımında sayısal olarak çoğunluğun olmadığı bu küçük ülkede mezheplerarası uzlaşma 1943 yılındaki Ulusal Pakt (al-Mithaq al-Watani) ile sağlanmıştır. Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı Şii, başbakan vekili ise Rum Ortodoks mezhebinden seçilmektedir. Parlamenter demokrasiyi benimseyen ülkede mezhep çatışmalarını önlemek için her kesimin adil bir şekilde temsil edilmesine özen gösterilmektedir. Çoğunluğun olmadığı bu ülkede herhangi grubun baskın konuma gelmesini engelleyen bir sistem kurulmuştur. Üst düzey görevler mecliste temsil edilen 18 dinî grup arasında paylaştırılmıştır. Ayrıca Hıristiyanlar ve Müslümanlar, 128 sandalyeli Mecliste eşit sayıda temsil edilmektedir.
Birçok girişimde bulunulmuş olmasına rağmen, bahse konu mezheplerarası siyasal güç paylaşımı bazı düzenlemelere tâbi tutulmuşsa da ana hatları ile bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Ancak söz konusu siyasal güç paylaşımı modeli, Lübnan’daki iç çatışmaları ve komşu ülkelerin ülkeye müdahalelerini beraberinde getirmiştir. Özellikle bölgesel düzeyde Arap-İsrail savaşları ve Filistin meselesinin ülkedeki farklı mezhepler tarafından farklı, hatta çakışan politikalar ile ele alınması, Filistinli mültecilerin (bugün ise Suriyeli mültecilerin göçünün yarattığı sıkıntılar) ülkedeki konumu, ülke içerisindeki ekonomik ve siyasal sorunlar iç savaşı doğurmuş ve sonucunda oydaşmacı demokrasi zemini zayıflamış ve ülke dış müdahalelere – özelde Suriye ve İsrail – maruz kalmıştır.
1989’de imzalanan “Paylaşılmış Varlık Paktı” yani Taif Antlaşması, Lübnan’a bir süreliğine göreceli olarak sükûnet ortamı getirmiştir.
İç savaş ve Taif sonrası dönem: 30 yıllık barış dönemi
1975 yılında başlayan iç savaş 1990’ların başına kadar sürmüş; çatışmalar 350 bin kişinin ülke içinde yer değiştirmesi ve neredeyse bir milyon kişinin ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Lübnan iç savaşı, dinsel-mezhepsel çatışmaların, ideolojik ve bölgesel güç dengeleriyle derinleştiği bir savaş olmuştur. Küresel düzeyde Soğuk Savaş politikaları, yüz binlerce Filistinli mültecinin Lübnan’a gelmesi (ve halen daha bir bölümünün mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalması), İsrail ve Suriye’nin savaş sırasında farklı nedenlerle gerçekleşen müdahaleleri ülkedeki hassas siyasi dengeleri zaman zaman uyuşmazlığa ve çatışmaya sürüklemiştir. İç savaş sırasında Maruniler ve diğer Hıristiyan gruplar, Batı ve İsrail ile iyi ilişkilerden yanayken Müslümanlar, ülkedeki mezhepsel düzene karşı kurulan cephede yer almıştır. İç savaşın ardından Suriye, 2005 yılındaki Hariri suikastına kadar olan dönemde Lübnan’da ‘Arap Caydırıcı Gücü’ adıyla 30 bin asker bulundurmaya başlamış ve böylece Suriye, Hafız Esad döneminde Lübnan iç ve dış siyasetinde önemli bir aktör konumuna gelmiştir. Lübnan’daki siyasal yaşam 2000’li yıllarda belirgin şekilde değişim göstermiş ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümünün ardından Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı Lübnan halkı tarafından direniş görmeye ve uluslararası çevrelerce de eleştirilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede, Suriye’nin Lübnan’daki etkinliğini değiştirecek en önemli dönüm noktası, Eski Başbakan Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005'te Beyrut’ta uğradığı suikast olmuştur. Hariri suikastı, bugünküne benzer ama bir ölçüde de farklı olarak ülkede geniş çaplı gösterilere sebep olmuş ve 1976’dan bu yana fiilen ülkede bulunan Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmeler artık “Sedir Devrimi” (adını Lübnan bayrağındaki ağaçtan alan) olarak hafızalara yazılacak ve ülkede iki farklı kamp yaratacaktır. Bir yanda Batı yanlısı ve suikasttan Suriye’yi sorumlu tutan Sünni ve Marunilerden oluşan 14 Mart İttifakı yer alırken diğer tarafta ise suikasttan İsrail’i sorumlu tutan Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı yer almaktaydı. Hariri suikastının ardından, Suriye 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıyla Lübnan’dan çekilmişse de ülke siyasetindeki etkisini özellikle Şii Hizbullah aracılığıyla sürdürmeye devam etmiştir. Özellikle 2011 yılından bu yana Suriye’de süregelen çatışma göz önüne alındığında, Lübnan Hizbullahı’nın Baas Partisi’ne ve Beşşar Esad’a İran ve Rusya ile birlikte destek vermesi bu ittifakın göstergelerinden biridir.
Peki ya bundan sonra?
Lübnan bugün tarihinin en büyük protesto hareketlerine şahitlik etmektedir. 15 yıl iç savaş yaşamış ve savaşmaktan yorulmuş bir haleti ruhiyeyle 1989 yılında Taif süreciyle mezhepler arasında varılan mutabakat sonucu Lübnan siyasal istikrara ve iç barışa ulaşmış; bunu yaparken de “Paylaşılmış bir Varlık” olarak Lübnan’a birlikte sahip çıkmışlardır. Her koşulda birlikte yönetmenin ve yaşamanın bir örneğini teşkil eden Lübnan, bugün iç savaş yıllarından ve hatta 2005 yılındaki Hariri suikastı sırasındaki gösterilerden farklı olarak mezhepçi denebilecek veya etnik / dinî temelli bir ayrışma üzerinden değil, belki de tarihinde ilk kez ‘Lübnanlılar’ olarak kamusal alanda yer almıştır. Her ne kadar ülkede 8 ve 14 Mart Hareketleri üzerinden devam eden bir toplumsal ve siyasal ayrışma devam etmekte ve bu durum merkezi otoritenin etkin bir şekilde işlemesine engel olmaktaysa da (2), Lübnanlılar, bugün yaşanan gösteriler vesilesiyle, bu Paylaşılmış Varlık Paktı’nın devamını bölgesel ve küresel aktörlerin ve dinamiklerinin bir tercihi olarak değil, kendilerinin istekleri doğrultusunda yaşamasını haykırmaktadırlar.
Bu çerçevede, Lübnan’da oydaşmacı demokrasi modelinin devamlılığının sağlanması farklı mezhepten ve etnisiteden müteşekkil bu ülkenin halen tek alternatifi olarak karşımıza çıkmaktadır. Lübnan’da zaruri olan siyasal güç paylaşımı, söz konusu güç paylaşım modelinin kuramsal kurucusu Arend Lijphart’ın (3) da ifade ettiği üzere, liderlerin bu tür kritik dönemlerde ayrışmaya ve kutuplaşmaya sebebiyet verecek tehlikeleri gözetmeleri ve çözüm üretecek tutum sergilemeleri; toplum liderlerinin inşa edilen siyasal sistemin devamı için taahhüt vermeleri ve dayanışmayı tesis etmeleri; yine liderlerin ortak anlayış çerçevesinde farklı grupları ayrıştıran engellerin kaldırılmasına yönelik çaba göstermeleri ve farklı grupların taleplerini göz önüne alarak kabul edilebilir çözümler üretmeleri gerekmektedir. (4)
Heterojen bir demografik yapıya sahip Lübnan’da söz konusu siyasal güç paylaşım modeli tesis edilmiş olsa da bu sistem Orta Doğu siyasetine yön vermek isteyen aktörlerin farklı dönemlerde müdahalesine maruz kalmış ve hatta bölge siyaseti zaman zaman Lübnan üzerinden yürütülmeye çalışılmıştır. Tüm bu gelişmeler de haliyle, Lübnan’ın nüfusa dayalı güç paylaşım modelini dış onaya muhtaç bırakmıştır. Ancak gelinen noktada, kamu borcunun gayrisafi yurtiçi hasılasının %150’yi geçtiği ve işsizliğin gün geçtikçe arttığı bu ülkede iletişim vergilerinin artması ve beraberinde gelen kemer sıkma politikaları, çoğul bir toplum özelliği taşıyan Lübnan’ı ekonomik temelli olan, ancak “Lübnanlılık” ögesi taşıyan ve küresel finansal krize ve liberalizme karşı bir protesto hareketinin mihenk taşına çevirmesi bakımından dikkate değerdir.
Kaynakça
(1). KÖPRÜLÜ, Nur & EBREM, İlker S., “Lübnan’da Çoklu Güç Paylaşımı ve Ortaklıkçı Demokrasi Zemininin Arap Ayaklanmaları Sonrası Geleceği”, Akademik Orta Doğu Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 1, 2013. http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu15makale/nur_koprulu_ilker_s_ebrem.pdf
(2). AYHAN, Veysel & TÜR, Özlem, “Lübnan- Savaş, Barış, Direniş ve Türkiye ile İlişkiler”, s. 160.
(3). LIJPHART, Arend, “Consociational Democracy: The Views of Arend Lijphart and Collected Criticisms”, Yale University Press, 1977.
(4). ABBRA, Joseph & JABBRA, Nancy, “Consociational Democracy in Lebanon: A Flawed System of Governance”, Perspectives on Global Development and Technology, Volume 17, Number 2, 2001, ss: 71-89.