İkinci kapanma dönemi sosyo-ekonomik planda birincisinden çok daha ağır ve olabildiğince somut alt-üst oluşların potansiyelini taşıyor.
Birinci kapanma dönemi sırasında ve sonrasındaki darboğaz koşullarında kapanan bir çok işletmeye, bu kez cüzi kamusal dokunuşlarla ve borçlanarak durumu bugüne kadar idare edebilenlerin de eklenmesi ciddi bir olasılık. Bu ise işsizliğin yığınsal olarak artması, yoksullaşma gibi tehditlerin yanında, orta sınıfın memurlar dışında kalan hatırı sayılır bir kısmının bu konumlarını kaybetme riski anlamına da geliyor.
Sınıfsal anlamda sınırların belirsizleşmesi koşulları içerisinde bir orta sınıf mensubuysanız, hangi katmandan olursanız olun kendi güvencelerinize daha da sıkı yapışmak istersiniz. Bu yadırganabilecek bir tavır değildir çünkü konumunuzu kaybetmek istemezsiniz. Üstelik bu her toplumsal sınıf ve daha ayrıntılı ölçekte her çıkar grubu için geçerlidir. Bir orta sınıf mensubu bu konuda yalnız değildir.
Herkesin yüzleşmekte olduğu zorlukların aşılması için, kişi ve kurumlar kendi sınıfsal ve zümresel pencerelerinden tamamen bağımsız olması mümkün olmayan bazı çözümler dile getirmeye çalışıyor. Ali Başman’ın kamu çalışanlarından maaş kesintisi yapılması ile ilgili açıklamaları da bu çerçevede değerlendirilebilir. Aynı şekilde bu açıklamanın doğal olarak kamu çalışanlarının domine ettikleri bir çeşit “orta sınıf tepkisiyle” karşılanması da oldukça normal.
Başman şirketler grubunun direktörünün yaptığı açıklamalar içerisinde sol nüveleri de barındıran bir eleştiri bombardımanına tutulmakla beraber, sınıfsal bir gözle bakıldığında sol adına yapılan bir çok değerlendirmenin aslında orta sınıf tepkilerinin emekçi edebiyatına tercümesinden başka bir şey olmadığı görülebilir.
Bu tartışmalar kamusal kurumlarda örgütlü bazı sendika yöneticilerinin gösterdikleri boykot açıklamasına kadar varan refleksle sulanmış, deyim yerindeyse ciddiyetini kaybetmiş olabilir. Ancak bununla birlikte eğer az da olsa kamunun (halkın tümünün) sırtındaki yüklerin sorumluluğunun nasıl ve ne oranda bölüştürülmesi gerektiğiyle ilgili bir tartışma zemini yaratılabilirse, bu durum olumluya çevrilebilir.
Demek ki eğer sol adına bir şeyler söyleyeceksek yürütülen tartışmayı mümkün olduğunca orta sınıf tepkilerinden arındırmalıyız. Nitekim soldan sınırlı sayıda da olsa dile getirilen bazı önemli görüşlerin üzerinde durarak buna başlanabilir. Servet vergisi önerisi bunlardan biri.
Bilindiği gibi servet vergisi başka örgüt ve kişiler tarafından savunulsa bile, bu konuyu sol örgütler arasında kamuoyunun gündemine getirmeye en çok çalışanların Baraka/Bağımsızlık Yolu fraksiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak onların yürüttükleri kampanyanın bir müddet sonra servet vergisi kavramının bir çeşit propaganda malzemesine dönüşmesiyle sonuçlandığını kabul etmeliyiz.
Bir kavram eğer daha büyük politik bir hedefin propaganda aracına dönüşürse, yani araçsal konuma sıkıştırılırsa, o kavramın altı da süratle boşalacaktır. Keza, sol görüşlü insanlara hoş gelecek bir jargon içerisinde, bir nevi Robin Hoodçuluğa soyunmak, konuyu zenginden alıp fakire verelim boyutuna indirgemek servet vergisi kavramının da içini boşalttı. Bu tip sloganlarla servet vergisinin savunulması, toplumun geniş kesimleri tarafından anlaşılamaması bir yana, bir miktar mülkü veya mevduatı olan orta sınıf mensuplarının dahi bu konuyu tehdit olarak algılamasına yol açtı.
Bu noktada yapıcı içerikte bir görüşün ortaya konulması bakımından Mertkan Hamit’in sosyal medya hesabından yaptığı önerilere bakmakta fayda var. Hamit’in özellikle kredi-mevduat dengesini %75’e çekilmesi yoluyla yaratılacak kaynağın, bankacılık sistemi içerisinde 4 farklı mali türeve dönüştürülmesine dayanan önerisi tartışmaların ilerlemesi gereken yolu göstermesi bakımından oldukça ilham verici. Meraklıları önerilerin tümüne Mertkan Hamit’in sosyal medya hesabından ulaşabilir.
Konumuza dönecek olursak, solun tavrını orta sınıf tepkilerinden arındırmanın önemli bir diğer şartı ise, büyük sermayenin sorumluluk alması gerektiğini savunmanın yanında, burada yaratılacak kaynağın hangi mekanizmalarla ve nasıl topluma bölüştürülmesi gerektiğini de tartışmaktır. Eğer sol adına sermayeden kesilerek kamu çalışanlarının maaşlarının bir tamam ödenmesinin sağlanması savunulursa, orada bir sorun vardır demektir.
Dolayısıyla sol bu zor dönemden geçerken rahatlıkla kamu maaşlarından da kesinti yapılarak, güvencesiz kesimlere destek verilmesini savunabilmelidir. Üstelik bunu herhangi bir ön şarta bağlamadan, “önce sermayeden sonra memurdan” demeden yapabilmelidir. Sol büyük sermayeden olduğu gibi, güvenceli orta sınıflardan da dayanışma talep edebilmelidir.
Sol için böyle bir dönemde sorulması gereken esaslı soru yaratılacak kaynağın nereye ve nasıl harcanacağı olmalıdır. Yoksullara hangi mekanizmalarla destek olunacağı, özel sektör çalışanları için hangi güvencelerin sağlanacağı, ekonomik çarkların kırılmaması, dönmeye devam edebilmesi için işletmelere nasıl destek olunacağı gibi sorular solun gündeminin en ön sıralarında yer almalıdır.
Bu yapılmaz ve tartışmanın boyutu emekçi edebiyatı altında, ağırlıklı olarak orta sınıfın güvenceli kesimlerinin haklarını savunmaya indirgenirse, buradan dayanışmayı önceleyen bir sol tavır üretilmesi mümkün olamaz.
Doğrudur, Ali Başman’ın hiçbir bedel ödemek istemeyen liberal bir tavırla kamu çalışanlarının maaşlarıyla ilgili yorum yapmaya hakkı yoktur. Ancak varlıklardan alınan vergilerin artırılmasını ve çeşitlendirilmesini savunan bir solcunun, eş zamanlı olarak adına kamu dediğimiz bu kendinden menkul yapıyı ve onun yarattığı bazı adaletsiz imtiyazları da sorgulaması gayet meşrudur.