Bu yazılar sınırlı bir zihinsel kapasitenin ürünüdürler. Hata yapmayı, yanılmayı baştan kabul ederek yazılmışlardır.
(Ömer Faruk’a saygıyla..)
Posta kutuma gelen mesaj mealen şunları söylüyordu: Ortalık yangın yerine dönmüşken, sadra şifa verecek, derde çare olabilecek şeyler söylemek, yazmak, önermek, dahası eli taşın altına koymak, eylemek yerine, uzaktan gazel okumaya denk düşen, entel dantel havalar içeren, yazılar yazmanın anlamı ne? Bu not ilk anda aklıma şunu getirdi: Yıllar önce felsefeci-eleştirmen-yazar Füsun Akatlı’nın bir yazısında okumuştum. Televizyonda izlediği yabancı bir filmde kahramanlardan birisinin “Don’t talk nonsense!” (“Saçmalama!”) biçimindeki sözlerinin, Türkçe altyazıda “Felsefe yapma!” diye tercüme edildiğinden söz ediyordu. Yazı kapsamında sorduğu ve yanıtını vermeye çalıştığı soru da şu olmuştu: İngilizce ‘saçmalamak’ sözcüğünün Türkçe karşılığının ‘felsefe yapmak’ biçiminde ifade edilmesi basit bir tercüme hatası mıydı; yoksa burada ortak toplumsal anlayışı sergileyen bir tavır mı söz konusuydu?
Akatlı’nın yazısı bir kenarda dursun, posta kutusuna düşen mesaja yeniden geri dönecek olursak, itiraf etmeliyim ki bu türden serzenişlere kimileyin şaka yollu, kimileyin bodoslama daha önce de maruz kalmıştım. Naçizane, güncel olanla sınırlı kalmaktan çok onu da kuşatacak genele dair olana ilgi duyan ve konusuna mesafe alarak bakmaya çalışılan yazılardı çoğunlukla yazılanlar. Kaygılar bunlardıysa da, becerebildiğince resmin bütününü görmeye, görünenin arkasında görünmeyeni de anlamaya çalışmak, hayatın/olayların sadece belirli sabitelere indirgenerek (ekonomik/siyasal) açıklanamayacak, anlaşılamayacak ve yaşanamayacak, başka bileşenlere de ihtiyaç duyan (kültürel/psikolojik) zenginliği ve de karmaşayı içkin mahiyetini hatırla(t)mak, -bu yaklaşımı olumlu bulanlar yanında- kimilerince gerçeklerden kaçış, saçmalamak, entel-dantel hava atmak biçiminde algılandı. Kullanılan pejoratif ifadeler bir yana, hayata doğrudan dokunan -dokunan ne delip de geçen- sorunlarını öncelemek, evvelemirde bunların giderilmesini talep etmek, serdedilecek görüş, düşünce ve de önerilerin sadece burada yoğunlaşmasını talep etmek yanlış mıydı? Aslında değildi. Sonuçta maişet gailesi çeken bir insanın, süresi sınırlı -heyhat çok kısa- ömrünü rahat, müreffeh geçirme, standardını yüksekte tutma isteği haklıydı. Böyle olunca da düşünmek, felsefe yapmak gibi karın doyurmayan işler, deyim yerindeyse daha çok tuzu kuru olanların, rahatlık batıp da canı sıkılanların uğraş alanlarıydı ve günlük hayatın yaşam mücadelesi içinde birçok insanın böyle bir derdi de doğrusu pek olamazdı. Böyle olunca da acil taleplerle örtüşmeyen yaklaşımlara tepki gösterilmesi anlaşılabilirdi.
Anlaşılabilir olmasına anlaşılabilirdi ancak şu da unutulmamak gerekirdi: İnsan sadece biyolojik bir varlık, yani beslenme, barınma, üreme edimleriyle sınırlı, hayatı bunlardan ibaret bir varlık değildir. İnsan aynı zamanda düşünen, hayal eden, anlamayı, öğrenmeyi, bilmeyi isteyen, sorular soran ve yanıtlarını arayan bir varlıktır. Bir başka ifadeyle sadece bedensel ihtiyaçları (maddi ihtiyaçları) olan, bedensel açlığını gidermekle yetinen değil; ruhsal/düşünsel ihtiyaçları (manevi ihtiyaçları) da olan, onların açlığını gidermenin sancılarını da yaşayan bir varlıktır. Nitekim Akatlı’nın yazısında saçmalamanın karşılığı olarak belirtilen felsefenin antik Yunandan beri üzerinde durduğu temel meselelerden biri de yaşamın bu çeşitliliği, ne/nasıl olduğu/olması gerektiğidir. Örneğin Aristoteles (ki ünlü “Metafizik” kitabının ilk cümlesi “insanlar doğaları gereği bilmeye iştah duyarlar, bilmeyi isterler”dir) üç tür yaşam biçimi olduğunu söyler. Bunlardan birincisi “arzu yaşamı” olarak da tarif edilen, beslenme/barınma/üreme eksenli “biyolojik yaşam”; ikincisi kolektif olanı ve ilişkileri ima eden “toplumsal yaşam”; üçüncüsü ise daha çok düşünme esaslı “teorik yaşam”dır. Felsefe tarihinde bu bağlamda çeşitlik içeren tanımlamalar vardır ve de hepsinde ortak yan, insanın var oluşunu, oluş serüvenini belirleyenin onun yaşam çeşitliliği olduğu, bir başka ifadeyle insanın çok boyutlu bir varlık olduğu gerçeğidir.
Üstelik bu kadar da değildir; psikolojik/psikanalitik çözümlemelerde insanın “eksik bir varlık” olduğu tespiti de öne çıkmaktadır. Bu eksiklik ben’liğin oluşmaya/kurulmaya başladığı ilk günlerden itibaren insanı harekete geçiren, sürekli arayışlara ve çabalara sevk eden varoluşsal serüvenin temel dürtüsüdür de aynı zamanda. “Bir Şeyler Eksik” (Metis Yayınları) kitabında Bülent Somay başından beri “eksik hep vardı” derken, biyolojik düzlemde doğum anından itibaren “kendisiyle bütün olduğumuz” anne bedeninden kopuşumuzun altını çizer ve sonrasında insanın yaşamı boyunca çeşitlenen eksikliğin ruhunda açtığı boşluğu doldurma gayretiyle çırpındığını belirtir. Ayrıntıları bir yana, bunu ne oranda başarabileceği insanın, taşıdığı eksikliklerin yarattığı boşlukları hissetmesi ve bunları doldurma gayreti içine girmesiyle mümkün olabilmektedir. Daha dikkat çekici olan husus ise insanın kâh kendine yönelik ve kâh başkaları ile ilişki kurmasıyla gerçekleştireceği bu akışkan sürecin her zaman bir ‘eksik’i -ya da yeni bir ‘eksik’i- barındırarak devam edip gideceğidir. Başka türlüsü, yani hiçbir eksiğin olmaması ya da eksiğin tümden tamamlanması, bir bakıma varoluşsal dürtülerimizin ve yaşam ihtiyaçlarımızın ortadan kalkması demek olacaktır ki herhalde bunun da adı ‘ölüm’ ya da ölüm sonrası döneme ait ve hiçbir eksiğin olmadığı yer olduğuna inanılan ‘cennet’ olsa gerektir.
Eğer her zaman ‘bir şeyler eksik’ ise ve insanoğlu ancak ‘eksik’ olanın varlığıyla ve onun tahrikiyle yaşam serüvenini sürdürüyorsa; o zaman bir tamamlanmışlığı, bütünlüğü ya da mutlaklığı ifade eden ‘hakikat’ ile ilişkilerde de bir sorun olacak demektir. Buradan çıkarılacak can alıcı sonuç ise; tıpkı yaşamda ‘eksik’ olanın yarattığı boşluğun o boşluk hiçbir zaman doldurulamayacak olsa da insanoğlunu bu yönde çaba göstermekten geri bıraktırmayacak olan dürtünün, aynı şekilde yaşamda evrensel, tekil ve mutlak bir hakikate ulaşmak mümkün olmasa da yine insanoğlunun o hakikat’i aramaktan asla vazgeçmeyeceği ve bu çabasını hep sürdüreceği gerçeği için de geçerli olacağıdır. ‘Saçmalamak’ olarak nitelendirilen felsefenin yapmaya çalıştığı budur. Keza sanat ve edebiyat her zaman “bir şeylerin eksik” olduğu ve buna bağlı derin boşlukların yer aldığı hayatlarımızda o boşluklarla yüzleşmenin, o boşluklara anlam katma çabaların en güçlü, en yoğun ve ısrarla sürdürüldüğü doğurgan/üretken alanlardandır. Devamla pergelin ayağını daha da geniş tutacak olursak bu dinamik süreç hayatın bütün alanlarında/edimlerde daha iyiyi, güzeli, adil olanı talep eden bir mahiyet arz ederek işlevsellik kazanacaktır. Haliyle bu konu insan aklının her daim ilgisi dâhilinde olacak, konumu itibarıyla entelektüel akıl da burada yer hatta ön alacaktır.
Ülkede “ortalığın yangın yerine” döndüğünü belirten notun (sahibinin) “entel/dantel, uzaktan gazel okuma, eli taşın altına koymama” suçlaması da işte bu akılla, onun niteliğiyle ilgilidir. Mesele şudur: o akıl her türlü otorite (devlet, kurum, örgüt, ideoloji ) karşısında bağımsız, sorgulayıcı üretken tavır sergilen bir akıl mı olmalıdır; yoksa sorgulayan, üretken değil üretilen/buyrulan (siyasal/ideolojik) seçeneği koşulsuz biçimde onaylayan, mutlak taraf olan Ortodoks akıl mı olmak gerekmektedir. Aradaki fark sorgulayıcı, üretken, bağımsız entelektüel akıl, tavır almanın esnekliğini içeren, diyaloga, çoklu düşünmeye açık, hakikatin-doğrunun kendi tekelinde olmadığının bilincinde olan, yani yanılabilir olacağını haliyle başka akıllara da ihtiyaç duyacağını baştan kabul eden akıl iken; diğerinin sorgulayıcı ve üretken olmaktan uzak onaylayıcı olan, mutlak taraf olmayı benimseyen, hakikati-doğruyu kendi tekelinde kabul eettiği oranda yanılmazlığında ısrarcı Ortodoks entelektüel akıl olmasıdır. Böyle olunca da Ortodoks entelektüel akıl için kendinden özge her türlü akıl biçimi ve yaklaşım saçmalamakla eşdeğer, uzaktan gazel okuyan, sırça köşk mukimi, entel-dantel hava atmaktan öte işlevi olmayan akıl olmaktan öteye geçemeyecektir. Geçemeyecektir geçmesinde de burada önemli soru ise böylesi bir aklın ve onun onayladığı tek seçeneğin yangın yerine dönen ortalığın ateşini söndürüp söndüremeyeceği ya da ne oranda söndürebileceğidir. (Aynı soru, hayatın bütün alanlarına dâhil sorunlar karşısında da geçerli olacaktır)
Son söz: Bu yazılar en baştan itibaren sınırlı bir zihniyetin ürünü oldukları, haliyle hatadan veya yanılma ihtimalinden münezzeh olmadıkları gerçeğini kabulle yazılmışlardır ve devam ettikleri sürece de bu kabulle yazılacaklardır. Bu kadar da değildir, aynı zamanda her türlü eleştiri bu yazıların samimi talebi olmuştur ve bundan sonra da aynı talep devam edecektir.