Neriman Cahit
Ülkemizin usta kalemlerinden, Osman Güvenir’in, (400) sayfalık “Gavur Hasan” adlı “Öyküler” kitabını okuyorum. “Bazen ‘kanım başıma sıçrayarak… Bazen de yüreğim yanarak, tutamadığım göz yaşlarımla…”
Kitap, ilham edilmiş, kıyıda kenarda kalmış Türklerin, nasıl yok oluşlarının öyküsüdür… Buradaki öykü de: “İngilizler Kıbrıs’a geldiklerinde, ‘Evkaf Mallarının’ kendileri için çok büyük bir ‘maya’ olduğunu farkederek o mallara el koymuşlar sonra da canlarının istediği gibi – özellikle de – Rumlara peşkeş çekmişlerdi… Bu konuda, en büyük yardımcıları da, kendilerine “uşaklık” eden bazı “Türk Ağaları” olmuştur…
VE… GÂVUR HASAN…
Bu kitap, Osman Güvenir’in üçüncü öykü kitabı. Kitabın önemi sadece, mükemmel bir “araştırma ve dil” yanında, Kıbrıs Türkleri olarak geçmişimize tutulan ışıktır. Türk-Rum köylerindeki Türk Malları’nın nasıl yitip gittiğini… Nasıl teker teker Rum malına dönüştüğünü yerinde incelemek dürtüsü karşı konulmayacak bir duruma geldiğinde: “Rumlaşan Osmanlı Topraklarını” ve onların öykülerini öğrenmek için Baf’ın karma köylerinin yolunu tutar…
Ve, işte gittiği ilk köyde Rum Kahvesi’nde tanıdığı “Gâvur Hasan”
“Merhaba Beyim, ben Gâvur Hasan” diyerek başlamış söze, sonra da sürdürmüştü:
“İsmim, Andrea Hüseyin ama esas ismim Hasan’dır. Bana civar köyün Türkleri “Gâvur Hasan” derler. Rumlar ise ‘Bello Turko Andrea…’
BÜTÜN TÜRKLER RUM OLDU…
Ve, bir bir anlatır ona, Andrea Hüseyin, köyde ‘beş yüz civarında Türkün’ nasıl Rum olduğunu ve bir karış ‘Vakıf Malı…’ kalmadığını… Sahipleriyle birlikte onların da “Rum Malına” nasıl dönüştüğünü…
Yazarın yüreği adeta erir gördükleri ve duydukları karşısında…
“Gâvur Hasan” ya da “Bello Turko Andrea…” Yani, kilise ile cami arasında sıkışmış zavallı Türkler…
***
Kitapta (21) öykü var… Tümü de bizi yakından ilgilendiren, yüreğimizi derinden sarsan öyküler… Gerçek yaşanmışlıklarımızla bağdaşan…
• Ve, bu kitabıyla birlikte: Bitmeyen Dua ve Özündeki Damlalar adlı iki şiir kitabı…
• “İlk ve son Resim ve Kaybolan Hayat” adlı öykü kitapları…” “Krallar Da Ölür” adlı köşe yazılarından seçkileri, “Kıbrıs Hikayeleri” adlı (9) kısa oyundan oluşan iki perdelik uzun oyunu… (ki, İstanbul Mitos Boyut Yayını olarak yayımlanmıştır…)
• “üç Pencere” adlı ‘Kıbrıs Romanı’ ise ‘Alfa Yayınevi’ tarafından basılmıştır…
***
Görüldüğü gibi Osman Güvenir üreten bir yazarımız…
Bizi, ülkemizin bazı dertlerine – gerçeklerine ortak ediyor. Üstelik bunu, ‘düşsel bir kurgu’ içinde değil… Büyük bir duyarlılık ve gözlem içinde… düşle - gerçeğin hamurunda yoğurarak…
Böylece, simgesel dilin evrensel anlam olanaklarını çoğaltarak…
Yeni çıkan: “Gavur Hasan” kitabını bir okuyun bakalım… Bana hak vereceksiniz… Sevgiyle…
--------------------------------------------------------------------
YALNIZ CARETTALAR DEĞİL…
Doğamızın ‘ağaçları ve hayvanları ile birlikte’ yavaş yavaş yok oluşu… Üstelik, bizim ‘elimizden özensizlik ve sevgisizliğimizden’ yok oluşu, ülkesini çok seven her insanımız gibi, beni de yürekten yaralıyor, uykularım dahi tutmuyor bu yüzden
Geçen hafta ‘keklikleri’ yazmıştım…
Bu hafta da, ‘Deniz Kaplumbağalarından’ söz etmek istiyorum… Gazetelerimizde, balıkçıların ağlarından çıkan ölü bir kaplumbağa tüm huzurumu kaçırdı… Nasıl dikkat edilmez… Nasıl ölür – öldürülür… Bir türlü aklım ermiyor…
Onların, ‘Yaşam ve Çoğalma Dönemleri’ dikkate dahi alınmadan: “Denizde Avlanmak, turistik etkinlikler vb. deniz kaplumbağaları üzerinde ‘müthiş olumsuz bir etki yaratıyor’ bu etki ise ‘az buz’ değil. Düşünüldüğünden çok daha fazladır.
Geçen gün BBC’deki bir tartışmada, konunun bir uzmanı bu konuda ‘müthiş gerçeklerin’ altını çiziyordu. Şöyle ki:
• “Doğdukları kumsala dönemeyen kaplumbağalar, başka kumsallara yumurta bırakmıyor.
Caretta Carettaların, kumsallarda yumurtlamak için, binlerce kilometre katettikleri uzun zamandır biliniyor… Ancak, yeni araştırma sonuçları, ‘son derece kesin olarak’ ortaya koyuyor. AB’nin, Türkiye ve Yunanistan kıyılarındaki yuvalanma alanına yaptıkları ‘genetik analizlerin sonuçlarına’ göre… Erkek kaplumbağalar bir yuvalanma alanından diğerine geçerken… dişiler, her zaman doğdukları kumsala dönüyor…
Deniz kaplumbağalarının, yüz yıllardır varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan bu güçlü içgüdü… Şimdi, yok olmalarına neden olabilir…
Programa katılan bir araştırmacı, diğer bir deniz kaplumbağası türü olan, ‘Deniz Kaplumbağalarının’, yuvalanma kumsallarına gitmek için – bazen çok dar ve değişmeyen – koridorlar kullandıklarının altını çizdi. Ve, ekledi:
“Dolayısıyla, deniz kaplumbağalarının korunması için, yalnızca yumurta bıraktıkları kumsalların değil, kullandıkları bu koridorların da korunması gerektiğinin altını da çizerek önemle…
***
YALNIZ CARETTALAR DEĞİL…
Ülkemizde nereye baksan… Nereye gitsen yaşanan çarpıklığı hemen fark ediyorsun. Ör. ben Lefkoşa’nın daha yeşil ve pırıl pırıl olmasını istiyorum yürekten… Çünkü, kentlerde ‘doğa’ var, parklar da var ama ne halde!
Ben, onların o halde olmasını insanımızın ‘sevgisizlik ve özensizliğine’ veriyorum. Oturacak bir kanepe bile kalmamış… Oysa, parklar ve yemyeşil bahçeler – ben kentim Lefkoşa için söyleyeyim – sadece estetik açıdan değil… Biyolojik açıdan da şehrin soluğudur..
Ağaçlar, otlar, çiçekler…
Yani bitkiler, doğal bir ‘filtre gibi’, havanın karbon dioksidini emer, insan sağlığına zararlı maddeleri tutarak, kirliliği bir ölçüde engeller. Sünger gibi suyu tutar, suyu ve toprağın korunmasını sağlar…
Ülkemizde maalesef sadece parklarda, bahçelerde, caddelerdeki ağaçlar değil… Şehrin, ‘ekolojik yaşamı da’ çoğu kez unutulur.
Doğal kaynakları, akar suları, toprağı, bölgesel ve mikro iklimleri, doğal bitki örtüsü, kuşları, böcekleri, küçük /küçümencik canlıları da…
***
Ama…
Akar sulara kanalizasyonun karışması, her yere gelişigüzel estetikten yoksun bina yapılması, soğuk, ağaçsız, kuş sesinden uzak… Yüreklerimizi ısıtacak her şeyden yoksunuz…
Onun için yitirdik…
Başta kendimize…
Sonra da birbirimize karşı…
SEVGİ ve SAYGIMIZI…