“Osmanlılar’ın Mağusa’yı muhasarası...” (2)

Sevgül Uludağ

Ulus IRKAD (*)

İMAMZADE’NİN YAPTIĞI ARAŞTIRMA...

1920 yılında Mağusa'da ve Mağusa insanları arasında araştırma yapıp, Osmanlı Fethi ve Muhasarası hakkında Kıbrıs'ta ilk araştırmayı yapan benim büyük büyük dayım Mehmet Zihni İmamzade'dir (1895-1988). Hep aydınlıklar içinde kalsın... Şöyle yazdı kitabında:

«Önceleri ateş siperlere ve daha sonra duvarlara yöneltilerek çok ziyan yaptılar. Müdafiler gündüz yıkılan yerleri gece tamir ediyorlardı. Askerlerimiz şehrin  etrafındaki hendeklere girebildiler. Büyük havan toplarından atılan taş kulleler evlerin kubbelerini delerek mahzenlere kadar giriyor ve mahzurları dehşet içinde bırakıyordu. Düşman tarafı da ateşte küçümsenemezdi; bir defasında 30.000 askerimizin şehadetine sebep olmuştu lakin barut miktarının azalmaya yüz tutması üzerine 30 topa günde birer defa ateş etmek sureti ile kısıntı yapmaya vesile oldu.» (İmamzade, 48, 1965).

“Mağusa Kalesi’ne 1571 Yılının İlk Taarruzu”

“Böylece, Mağusa genel taarruzu için beş haftadan beri süren hazırlıklar bitirilmişti. 21 Haziran 1571 sabahı Kilis Sancak Beyi Canbulat Bey tarafından Arsenal Burcu’nun altında patlatılan ilk lağım, kulenin cephanesini, iki yanındaki tahkimat siperlerini, kale içindeki platformları ve bu metrisin yan cephesinden 2-3 metre genişliğinde bir bölümü tahrip etti.” (Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları: 689, 69, 1986)

“İkinci Saldırı”

“29 Haziran günü; baştan sona Mustafa (Paşa)’nın da hazır bulunduğu, Ravelin’in taş yapısı  içinde yaptıkları her şeyi yıkan, geniş tahribat yapan ve şiddetli bir hücumla en üste kısma çıkan düşmana kolay bir tırmanma olanağı sağlayan lağımı patlattılar. Saldırı, derhal Kont Hercole ve birliği tarafından durduruldu ve böylece Türkler, parapet, patlamada imha olduğundan dolayı açıkta çarpışan adamlarımız tarafından geri püskürtüldü…”

(Atun, 254-255, 2006.)

“Savaş sırasında Venediklli askerlere moral verip onların mukavemetini sağlayan Limassol Piskoposu, Milanlı Frate Seraffino Fortebrazza da bir misket kurşunu ile öldürüldü...” (Atun, 255, 2006.)

“Üçüncü Saldırı”

“7 Temuz 1571 günü, Kıbrıs sularında bulunan 40 kadırgalık Türk Filosu’nun Komutanı Arap Ahmet Bey, kendi sancak gemisinin de içinde bulunduğu küçük bir filo ile Güney bölgesine 22,6 kg. Daha ağır mermiler atan 40 kadar top çıkararak 8 Temmuz Gecesi kalenin bombardıman edilmesini sağladı (Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları: 689, 71, 1986). 9 Temmuz 1571 sabahı Türk kuvvetleri, bütün güney cephesi boyunca taarruza geçtiler. Andruzzi Burcunun da altına girildi. Burada Türk kuvvetleri 300, Venedikliler ise 150 kayıp verdiler.” (Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları: 689, 71-72, 1986)

İmamzade Üçüncü hücumda Osmanlıların 600 şehit verdiklerini yazmaktadır (İmamzade, 52, 1965)

“Dördüncü Hücum (Saldırı)”

“Dördüncü genel hücuma geçilinceye kadar düşman açılan gedikleri ellerindeki imkanlarla doldurmaya devam etti. Barut miktarı azaldı. Biz Suriye yoluyla bol miktarda ithal edebildik. Düşman için bu imkansızdı.

Dördüncü genel hücum ağırlık merkezini yine Leymosun Kapısı üzerindeki alınmayan yerleşik teşkil ediyordu. Ravelin üzerinde açılan geniş siperli hendekten Kapının önüne fasılasız ateş açıldı. Orası da alınarak; oraya da bayrağımızı dikmeği başarabildik.” (İmamzade, 52, 1965)

“Beşinci Saldırı”

“Düşman, yan tarafı almak ve diğer bataryalara tırmanmak için büyük bir istek gösterdi. Saldırı, saat yirmiden geceye kadar sürdü. Ve pek çok Türk öldürüldü. Çarpışmalar içerisinde, bir Kıbrıs Asilzadesi olan Senyör Giacomo Strambali ile Tutio Podochatoro da büyük kahramanlıklar göstererek kahramanca öldüler.

Ertesi gün şafak vakti, şehre, tüm noktalardan saldırıldı. Türkler her zamankinden daha az gayret ile savaştığından, bu yeni saldırı, altı saat sürdü. Her saldırıda, denizden kadırgaları ile geriye açılarak, şehrin erişebildikleri her  noktasını uzaktan top atışına tuttular. Deniz tarafından bize, büyük rahatsızlık verdiler.

Bu çarpışmada, yaklaşık üç yüz Türk’le beraber yüz Hristiyan’ın da öldüğü ve yaralandığı öğrenildi.

Şehir büyük bir yokluğa düştü ve yalnızca yedi fıçı barut kaldı.” (Aktaran Calepio; Atun, 260, 2006).

MAĞUSA TESLİM OLUYOR

«Famagustians (Mağusalılar), dört aylık kuşatmada garnizonlarının büyük kısmını yitirmişti. Geriye barut ve tüm diğer malzemelerini tüketinceye kadar cesaretlerini kaybetmeyen, yıpranmış, yaralı  800 İtalyan kalmıştı. Bütün depolar boşalmıştı. O kadar büyük bir açlık yaşanmıştı ki; günlerce at, eşek, kedi, köpek ve bu tür hayvanları yemişlerdi. Aşırı yorgunluk ve açlık ruhlarını yiyip bitirmişti. Önceden teslim olma önerilerini işitmek bile istemeyen komutanlar, halkın sefaletinden etkilenmeye başlamıştı...” (Graziani, 92, 2017.)

“Lala Mustafa Paşa , Bragadin ve komutanlarıyla görüşmek istedi. Bragadin de yanındaki Baglioni, Tipoli, Lewis ve Hector Martinengo ile birlikte yola çıktı; yaklaşık iki yüz “musketeers” (silahşör) onlara eşlik ediyordu. Mustafa çadırı etrafında askerlerine, şeref kıtası onları selamlıyormuş gibi silahlarını tutma emri verdi. Bu arada onları övgülere boğdu.” Tam ayrılmalarına izin verecekken Bragadin’den, kuşatma sırasında ele geçirdiği esirleri kendisine göndermesini istedi. Bragadin verilecek esirleri olmadığını söyleyince Lala Mustafa Paşa Bragadin ve komutanlartını katlettirdi.” (Graziani, 92-93, 2017).

“Bragadin “Vire (Muhasara, U.I.) gecesi onların hepsini katletmişler” dedi. Bunun üzerine Lala Mustafa  Paşa: “O halde vireyi sen bozmuşsun” dedi. 50 Türk esirinin kanına karşılık olarak oradaki on Venedikli komutanın başlarının vurulmalarını emretti, bunlarla birlikte Bragadin de idam edildi…” (Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları: 689, 79, 1986.)

BİR DİLEK

Mağusa’nın fethiyle aradan 452 yıl geçti. Geriye ne Venedik Cumhuriyeti kaldı, ne de Osmanlı. En büyük arzum günün birinde Mağusa Belediye Başkanı’yla Venedik Belediye başkanlarının iki şehir arasında bir andlaşma imzalayarak iki şehri kardeş şehir ilan etmeleri ve de Lala Mustafa Paşa ile  Baragadin’in omuzlarında güvercinlerle Namık Kemal Meydanı’na heykelleri dikilerek, iki ulus arasındaki ortak değerlerin çok olmasından ötürü, tekrar 1979-80 yıllarında olduğu gibi, hatta daha da çok İtalyan turistin Mağusa’ya gelmelerinin sağlanmasıdır.

KAYNAKÇA

Kültür ve Turizm Bakanlığı (1986) Kıbrıs’ın Fethi 1570-1571, Gençlik ve Halk Kitapları Dizisi 17-Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara.

İmamzade, Z. (1965) Kıbrıs’ın Türkler Tarafından Fethi, Baf Bucak Matbaası, Baf.

Graziani, M.A.(2017) Kıbrıs Savaşı 1570-1571, Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa.

Jeffery, G., F.S.A., Architect (1983) Studies In The Archaeology And Architecture Of The Island With Illustrations From Measured Drawings And Photographs, Zeno Booksellers & Publishers, London.

Dreghorn, W. (1985) Famagusta And Salamis, A guide-book, Kemal Rüstem and Brother, Nicosia.

        

(*) Bu yazı, Ulus Irkad’ın MASDER’de 9.12.2023’te yaptığı sunumdan hareketle yazmış olduğu notlarıdır...


***  BASINDAN GÜNCEL...

“Amcam Hrant Dink’le dertleşme...”

Maral Dink

Tetikçinin tahliye edildiği haberi, birçok televizyon kanalında, yakalandıktan sonra götürüldüğü Samsun Emniyet Müdürlüğü’ndeki görüntülerle birlikte sunuluyor. O geceye dek sesli olarak izlemeye yanaşmadığım, hafızamda bir bayrak, bir elin bir sırtı sıvazlaması, birkaç tebessüm olarak yer etmiş görüntüleri, bu kez sesli olarak izliyorum.

“Ver abine güzel bir poz ver lan”, “Hem de gülerek ver. Hadi güzel bir poz ver. Aslanım benim. Aferin Ogün.”

“Gir koluna gir. Çıkart lan bayrağı. Tut şöyle tut. Aç şöyle güzelce.”

Sırtına pat, pat, pat. Namludan çıkan ses mi o? “Aferin Ogün.”

Ceza belli. Beklediğimiz ama göz ardı ettiğimiz ya da belki yılları saymayı unuttuğumuz için bir anda bizi yakalayıverip yere seren şey neticesinde zamanda geri gittik. Tarih 19 Ocak 2007. Gazeteci Hrant Dink öldürüldü.

Nereden bilebilirdiniz?

Hiç unutmam; 2006’nın sonları, üniversiteden mezun olmama bir yıl kalmış. Bölümden en yakın arkadaşım sınavda kopya çekmiş, yakalanmış. Hoca, odasında onu bekliyor. Odaya girebileceğimden emin değilim ama arkadaşımı yalnız bırakmak istemediğim için ben de kapının önünde bekliyorum. Bir süre sonra içeri alınıyoruz. Hoca kopya çekmenin ne kadar yanlış bir şey olduğunu ve cezasını anlatırken, birden bana dönüyor, gözlerimin içine bakarak “İşte, Hrant Dink gibi, kurallara uymazsan böyle cezalandırılırsın” deyiveriyor.

Odadan çıkar çıkmaz babamı aradığımı, okulu bırakacağımı söylediğimi hatırlıyorum. O gün kalan derslere girmedim. Birkaç ay sonra amcamı vurdular. Ben de okulu bırakmayı unuttum.

O gün odada, sonraki günlerde ve gözlerimizi birbirimizden kaçırarak geçirdiğimiz son dönemimde, sizinle hiç konuşmadık hocam. Bugün içimde size karşı ne bir öfke ne bir dargınlık var, inanın. Kastettiğiniz, Hrant Dink’e ‘Türklüğü aşağıladığı’ gerekçesiyle verilen altı aylık hapis cezasıydı. Uyarılmıştı; ayağını denk almalı ve bir daha böyle şeyler yapmamalıydı. Tabii ki üzüldünüz, biliyorum. Nereden bilebilirdiniz böyle olacağını? Siz de böyle olsun istemezdiniz.

100 yaşındaki katilin çehresi

Ezberlediğimizi tekrarlamakta bir sakınca yok. Sabiha Gökçen haberi, Genelkurmay bildirisi, Valilik’e çağrılma, ardı ardına açılan davalar, devletin en arka odalarından üşenmeyip mahkeme salonlarına, Hrant Dink’e bizzat saldırmak için gelen karanlık eller, Agos’un önündeki gösteriler, tehditler... Bol bol uyarılmıştı Hrant Dink. Nereden bilebilirdik böyle olacağını? Kimse böyle olsun istemezdi.

Sizin suçunuz yok. Ülke koca bir yalan üzerine kurulmuş, gerçekler eğilip bükülmüş, resmî tarih yazılmış. Bunu size kimin söylettiğini biliyoruz. Cevabı dava dosyalarının arasında ararken, odada buldum. Soru şu: Hrant Dink’i kim öldürdü? “İşte, Hrant Dink gibi, kurallara uymazsan böyle cezalandırılırsın.” Tek bir cümlede 100 küsur yaşındaki katilin çehresi... Hâlâ “Yaptık, yine yaparız” diyor.

Tetikçi iyi ihtimalle tekrar ceza alır. Yüreğimiz bir miktar ferahlar. “Vur” diyenler, cinayeti planlayanlar, hedef gösterenler, azmettiriciler yargılandı mı? Hayır. Dahası, 100 küsur yaşında olanı zihnimizin dehlizlerinde, sokakta, okul sıralarında, tarih kitaplarının sayfalarında, televizyonlarda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor. Bize rahat yok.

Delireceksek, işte böyle böyle...

Bir yerlerde bu yazıyı okuyorsan, sana da birkaç şey söylemek isterim. Yılbaşı yaklaştı. Her sene o gece, bizi dizinin dibine toplamayı çok sevdiğini bildiğim için anlatıyorum. Senden sonra uzun yıllar ağaç kurmadık. Ne zaman ki bebeler çoğaldı, yaktık ışıklarını ağacımızın, yarım yamalak süsleyip, eğri büğrü eğlendik.

2020 yılının Eylül ayında başımıza bir felaket geldi. 30 yıldır pusuda bekleyen savaş, biz şaşkınlar için beklenmedik bir anda başlayıverdi ve tam 44 gün sürdü. Yerevan’da her akşam, siyah ekran üzerinde beyaz puntolarla, kurban edilen askerlerin isimlerini ve doğum tarihlerini okudum. İsimleri aklımda tutmam pek mümkün olmadı ama tarihlerin çoğu 1990, 1991. Zorunlu askerlik görevini yapmaya giden bir nesil yok oldu anlayacağın. Biri çok yakınıma düştü.

Ateşkesin ilan edildiği gün anasıyla birbirimize sarıldık; bir süredir haber alamadığımız evladının ortaya çıkacağından emindik. 50 gün boyunca çalmadık kapı, girmedik morg bırakmadı ailesi. Çocuk sonunda geldi gelmesine de, ancak DNA teşhisiyle tanınabilecek hâlde. Anası dedi ki bir gün, “Bedeni yanmış ama ben yine şanslıyım, tek bir kolu gömenler var.”

Birkaç ay sonra komik bir şey anlattı. Başladık gülmeye, ama nasıl bir gülme... Güle güle oturduğumuz koltuktan düştük, gözlerimizden yaşlar akana kadar da düşmemize güldük. O, ölü oğlunun doğum gününü bir pastayla kutlamaya mezarlığa giderken içimden dedim ki, “Oh be, delireceksek, işte böyle böyle...”

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama...

Ne diyordum? Yılbaşı. O yıl yine bıraktım ağaç kurmayı.

Aradan üç yıl geçti. Sıcak savaş bitmişti bitmesine de Karabağlı Ermenilere ne olacağını kimse kestiremiyordu. Dokuz aydan fazla süren abluka süreci başladı. Çocuklara ekmek, hastalara ilaç yok. Sonu ne olacak derken, biz şaşkınlar için beklenmedik bir günde...

Hadi, gerisini sen anlat.

“Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.” (*)

Onlar nereye geleceklerini bildiler en azından. Sakın üzülme. “Acıyı sırtlayıp taşıyoruz”, tembihlediğin gibi, “yaygara yapmadan.” Yapsak da dünyada yankılanmıyor bizimki. Güvendeyiz şimdilik. “Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama...” Gerisini biliyorsun.

                                                                     

“Senin dehşetini istemiyorum”

Hayatımın üçlemesi, ‘Yarınki Yüzün’ adlı serinin yazarı Javier Marías dürtüyor beni.

“İnsanların kendi işledikleri suçları isteyerek unutma kapasitesi, yalnız başkaları nezdinde değil –bu konudaki kapasiteleri sonsuzdur, sınırsızdır– kendileri nezdinde de kanlı geçmişlerini silip atma kapasitesi inanılır gibi değildir. Olayların gerçektekinden farklı olduğuna, kesinlikle yaptıkları şeyi yapmadıklarına, kendi yadsınmaz katkılarıyla olmuş olanın olmadığına kendilerini ikna etmeleri kolaydır. Çoğumuz kendi biyografimizi allayıp pullama ya da yumuşatma sanatında ustayızdır; düşünceleri yerle bir etmek, anıları gömmek, sefil ya da canice bir geçmişi, gün geçtikçe, yani hayatımız devam ettikçe yoğun gerçekliğinden kaçıp kurtulduğumuz bir rüyadan ibaret görmek ürkütücü derecede kolaydır.”

Bizim nesil bilmez. Bunun neresi anormal? İsrail ile Filistin arasındaki sorun en az 70 yıllıkmış, öğrendik. Daha kısa bir insan ömrüne iki dünya savaşı sığıyor, yaklaşık 100 milyon ölü. Sınıf meselesiydi, toprak meselesiydi... “Bir daha asla” diyerek oluşturulan, sınırları belirleyen, birleşmiş büyük güçler, bizim gibi ortalama zekâlıların kavrayamayacağı bazı planlar yapıyor, sınırları tekrar gözden geçiriyor. Biz dehşeti izliyoruz. Ne kadar bakarsan o kadar sorumlusun. “Çevir, çevir, senin dehşetini, ıstırabını istemiyorum, çevir ki kurtulasın.” Konuyu kapatalım mı Marías?

Buradayız

Sonlara doğru zihninde kekremsi bir tat bıraktıysa bu yazı, hepten tozuttuğumu düşünmeni istemem. Bu çağrıyı yapmak bana düşmez ama arkadaşlarının çoğunu, ülkenin onurlu insanlarını, yıllardır hapiste tutuyorlar. Bir kısmı da mecburen ülkeyi terk etti. Sustur, hapset, sür, ama bitmiyoruz işte. Beynin bazı bölgelerinde travmadan kaynaklı hasar oluşmuş olabilir ama mücadeleden vazgeçmedik. Sen de bizden vazgeçme. Umudumuzu kaybetmedik. Sakın bizden umudunu kesme. 19 Ocak’ta, cuma günü, bir kez daha düştüğün yerdeyiz. Adalet talebimizi yinelemek için... Adil, eşit, özgürce yaşamak için... Haksızlığa uğrayan, katledilen, mezarı üzerinde tepinilen herkes için, senin için. Buradayız. 17 yıldır buradayız. Gerekirse bir 17 yıl daha. Buradayız.

* Hrant Dink, “Ruh halimin güvercin tedirginliği”, Agos, 19 Ocak 2007

(AGOS – Maral DİNK – 18.12.2023)