Ahmet GÜNBAŞ
Kıbrıslı şair Fatoş Avcısoyu Ruso’nun ikinci kitabı Otları Yalnız Sevmenin Gürültüsü(1) adını taşıyor.
Kitabın başında, ‘nesnelerin şair’i olarak bilinen İlhan Berk’ten, “duydum bir ot konuşuyordu / otlar / seslere inanırlar” dizeleri geçilmiş. Böylece nesnelerin dünyasına doğru öznel, dingin ve nahif bir yolculuğa çıkıyoruz.
İlk yapıtı Büyü’de de doğaya ve doğala dönük usul sesli bir yalınlıkla seslenmişti şair. Şiirden çok şiirsel boşluğa eğilimli bir yanı var. Sözcükler ipucu değerinde bu yüzden. Asıl sorun imgelerle çınlayanı ele geçirmek, adlandırmak… Deyim yerindeyse, boşluğun gizine erişmek!..
Şükrü Erbaş, Otların Uğultusu Altında(2)’nın bir yerinde, "Yarasalar yok. Çocuklar yok. / Akşam olmuyor. Sabah olmuyor. / Akasya, delice kuşunun ağzında gitmiş /Acının ötesinde bir acı / Ne bir ses insandan insana / Ne eşyada zamanın soluğu / Pencereler birer ölüm fotoğrafı. / Sadece otlar / Yaşıyor hepimizin yerine" der ıssızlığı tartan sezgisiyle.
Otlarla konuşmak, her şeyin bir dili olduğunu gösteriyor bize. İnanmayan, Dainel Chamovitz’in Bitkilerin Bildikleri yapıtına bakabilir. Bunda sanatın da payı olduğunu sanıyorum. Çünkü sanatın işlevi, duymak, duyurmak; henüz gerçekliği kanıtlanmamış bir olayın, bir durumun üstüne sezgiyle gitmek…
Uzun lafın kısası, doğayla birbirimizi tamamlıyoruz. İnanmazsanız, sözü kestirmeden kitabın adını taşıyan (anneanneye adanmış) şiire getirelim:
“yanağın bir şeye özeniyor
dilini hiç bilmediği
zambaklar eziliyor
sulu, akışkan bir günün tarifi ağzımda:
tırnaklarını bıçakla kesen kadınlar
teneke saksılara karanfiller ekecek
giderken sen
karıncalar
ağırlığını bilmeyecek
hanaylar kalacak ikimizden
kû’lar sabah serininde” (s:37)
Burada nesnel bir tanımlanma var. Örneğin, “tırnaklarını bıçakla kesen kadınlar” kimler? “sulu, akışkan bir gün” neyi anlatıyor? “karıncaların ağırlığını bilmediği” ibaresi bir insana yükletilen karıncaezmez bir kişilik midir? “hanaylar, kû’lar” hangi izleri gizliyor? Şiirin toplamında bilinmeyen bir dili çözmek kalıyor bize. Bunu da şiir yordamıyla boşluğu okuyarak yapıyoruz.
Sarı Çinteler adını taşıyan bir başka şiirde, “yaşlandıkça hissizleşiyorum, dedi / sarı çintelerin sesi geldi kulağıma // -tohumu öğütlüyorlardı çalılıklara” (s:54) diyalogu işlenir. Şair kulağı, duygu akışıyla duyulmayan tüm seslere açıktır. Ne var ki, biz çinte kuşuyla çalılık arasındaki ilişkiyi pek bilemeyiz. Çinte kuşu büyük olasılıkla çalılıklarda yapar yuvasını, tohumundan sebeplenir. Bu yüzden tohumlardan fışkıracak yeşilliğin yolunu gözler. Çünkü çalılık, ilk elde kurumuşluğu akla getirir. Kurumuşluk, tümüyle silemez hiçbir nesnenin varlığını. İzlerle, anlamlı lekelerle yanıtlar bizi. Kaynak dergisindeki bir söyleşisinde İlhan Berk’in, “sarıdaki yeşil” sözünü anımsadım şimdi. Tıpkı çintenenin çalılığa tohumu anımsatması gibi! Tortu, öz, birikim, deneyimle yüklü her şey!.. Oysaki biz kurumuşlukla her şeyin bittiğini sanırız. Belki bundandır, girişte “aklım, kurumayı bilen ağaçlardan / ödünç / sığmıyor hiçbir yüze” dizeleriyle seslenmesi şairin…
Sarı çintene ile çalılık ilişkisi biraz geriye götürdü beni; çağrışım sonucu Makedon şair Mateya Matevski’nin (1929-2018) Güzellik Üçgeni’ndeki(3) Ot şiirini anımsadım birden. İzninizle o şiirin tamamını almak istiyorum buraya:
"Ben nice günlerin yeşil yeliydim
şimdi sessizim bencillikten sapsarı
Bende yaşlılığı görmezler
ite kaka yüklerler arabaya
Ama yine de bir anım var benim
köklerim kıyıda kaldı taptaze
Bir kıyı ki balıklardan çakıllardan
orda boy verir bütün gençlik günleri
ot’tum her zaman o kalacağım
bu yüzden böyle tuhaf kokularım var”
Bir yazımda, şiir için, “seslerin ayak sesi” tanımında bulunmuştum. Kimsenin duymadığına kulak kesilen bir duyarlık merkezi yani. Buradan hareketle ‘boşluk yoklayıcısı’ diyebiliriz şair için... Boşluğun uzağı yakını olmaz. Ölçüye tartıya da gelmez. Ruso’nun şiiri de boşluğu okuyan bir şiirdir bana göre. Hadi bakalım, aşağıda sözü edilen boşluğu çözmeye çalışın:
“iki beden arasındaki boşlukta
gülümsüyor kır çiçekleri
hastalıklı ve ağır” (s:16)
İsterseniz ben sizi Merdiven Boşluğu’na götüreyim. Biçeminde, yapıştırıcı özelliğiyle kullanılan ‘tutunma’ sözcüğünün heceler şeklinde yazıldığı şiirde sürekli bir düşme hali var. Sözcüğün kırılması da bu yüzden… Tutunabilsek, düşmeyeceğiz. Boşluk oldukça ürkütücü. Sisler puslar içinde unutmaya engel olamıyoruz ne yazık ki:
“ağırlaşan algımı harflerine çarpıyorum
u n u t m a n ı n
kuruntulu eşyalara dönüyor dışım” (s:31)
Kitabın ilk şiiri Randevu’da da boşluğu atlayan bir içsesle karşılaşıyoruz kadın-şeytan arasındaki diyalogda.
Ruso, resimlerle ezgilerlerden oluşturuyor kimi şiirlerini. Örneğin, Eskiz şiirinde bunu apaçık görüyoruz. Yaz ırmaklarından umudunu kesen bir gölle, ona bakışan dalgın bir çocuğun içi içe geçtiği bu şiir, bence gerçeküstü resme dönüştürülebilir anında. Yeter ki boyalarımızı, fırçalarımızı hazırda tutalım, hayallerimize sınır koymayalım.
“eskidi
yağmur izleri
bir kulaç ötede duran rüzgâr
gölün dilinden anlayan çocuk” (s:18)
Şairin doğaya ve eşyaya bakışında sözü insana getiren bir yaklaşımı var. Az önceki bakışımlı göl, parıltılı bir imgeye dönüşür, gerektiğinde. Bir bakıma çocukla göl arasında kurulan dil bağı, Göl başlıklı şiirde tümüyle aydınlık bir düşe bırakmakta yerini:
“uykuya yatarım
aydınlık yataklarında gölün” (s:21)
Derken bu aydınlık içimizi okuyarak bizi aşk kokulu dupduru günlerimize götüren terapi faslına dönüşür. Dolayısıyla dingin bir ruh esenliği yaratır:
“hangi pencere kenarıydı eskiyen
hangi deniz
bilmeden geçip gittiğin durgunluğumdan
hangi” (s:21)
Dikkat ettiyseniz bu şiir de yanıtsız bir boşluğa kapı aralıyor.
Sözcüklerle resim yapmanın yanı sıra, bir sergiden esinlenerek şiirsel portreler üretmek şairdeki görsel ilgiyi bir kez daha pekiştirir. Bu, sanatsal etkileşimle kendini belli eden bir geçiş serüvenidir. Tersi de olabilir. Resimden şiire atlayarak çağrışımsal çizgiler ve renkler yaratmak çok özel bir kompozisyon çalışması olsa gerek. Büyülü bir el resmin ve yontunun ruhunu okşayarak bir şairin varlığını –yeniden- organik bir biçeme kavuşturmuştur sanki. Kaldı ki adı geçen şiirde, ‘yüzleşme-parçalanma-çıkış’ gibi üç ara başlık göze çarpar. Yüzleşme, dışsal bir okumadır. Parçalanma ise resme konu şairin iç dünyasını yansıtır. Çıkışta “aylak balıklar” sıçramasıyla terk ederiz doğasal kuşatmayı. Şiirin ilk bölümünde aklıma takılan bir ikiliği özellikle paylaşmak isterim:
“saçları, suyun ritmini hatırlamış gibi
savruluyor, ağır” (s:22)
Buradan giderek ritim duygusunun sadece şiire özgü bir duygu olmadığını söylemek isterim. Bazen bir çift göz, kulakların işlevini yerine getirebilir. Yani bir resimde ya da yontudaki sesleri, akışkanlığı tınısıyla ve kıvrımlarıyla duyumsayabiliriz. Maddede hareketin ya da soyut bir söylemle nesnelerin sesidir bu. Önemli olan içseslerin tınısını duymaktır. Kitap adı açıkça duyuruyor bu çınlamayı. Yoksa yalnız sevmenin gürültüsünü nasıl açıklayabiliriz? Bu bağlamda şairin dış dünyayla ilişkisini ele veren o kadar çok işaret var ki, hepsinin toplamı çoğumuzun görmediği/duymadığı ayrıntılarla doludur. Sözgelimi ‘kazmak’ fiilinin bir şiirdeki etkinliğini merak edenler, yaşanmışlıktan kareler taşıyan aşağıdaki dizelerin sıcaklığına şaşırabilirler:
“kazıyorum, arka koltukta çiçekler
kazıyorum, kayboluş kapı aralığında
kazıyorum, ağlamak uzun beyaz
kazıyorum, sarı kanepe
kazıyorum, pencere ve rüzgâr
-ellerim neyin pençesi bilmediğim
yıkanırken suda” (s:36)
Alaşiya’nın çocukları her fırsatta aşkla açıklarlar kendilerini. Çünkü aşkın derinliği Afrodit derinliğine erişir orada. Ruso’da da şiirin omurgasından yansıyan aşk ehli bir iyimserlik var. Hemen hemen her şiirinde o ışığı görüyoruz. Ipıl ıpıl bir aydınlık yolumuzu aydınlatıyor. Bir Masala Dönüşmek İçin Bekliyordu Her Şey şiirindeki masal tadı, Afrodit efsanesine denk düşüyor. Rüzgâr ve su, el ele kucak açıyorlar aşkla bakışın sonsuz çağıltısına:
“rüzgârın uysallaştırdığı oyuklardan
bak bana
suya en yakın yerinden boşluğun
okşandıkça incelen” (s:44)
Aşkı en geniş anlamıyla içselleştirmek isteyen Göğe Sığmayan şiiriyle duygularımızı mayalayabiliriz. Ancak Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı’ndan farklı bir yönelimle karşılaşırız burada. Nazlı Karabıyıkoğlu’nun Gök Derinin Altında öyküsüne yakın bir sancıdır anlatılmak istenen. Bir yerde -ölü kuşlardan orman düşleyen çocuklara değin- evrensel boyuttaki acıların sahiplenilmiş halidir. İlgisiz, sevgisiz yığınları kargışlayan özlü bir ağıttır:
“ölü kuşlarla aynı odada uyuduğumu
anlatamadım kimseye
ardıç ektim, orman düşleyen
çocukları bekledim
göğe sığamayışlarını anlattım
yankıyan boşluğa
kuş hafızasıyla geçtiler
kayıtsız yüzlerden
önlerinde yılan kartalları, üveyikler” (s:55)
Ölüm ya da ölüye yaklaşım, yaşamla barışık kavramsal yapıya dönüşür Ruso’nun şiirinde. Ölü kuşlarla aynı odada uyuduğundan söz eden az önceki itirafına ek, Keman Çaldığım Ölüler şiirinde de ölüleri okşamaya varan bir iyimserliğe rastlarız. Keza Arıkuşu şiirindeki kelebek ölüsü, dudaklara yapışan bir imgeden ibarettir, asla hayalperestliği engellemez.
Ruso’nun, doğayla sarmaş dolaş kanat sıcaklığındaki halinin bende bir haiku kokusu bıraktığını belirteyim. Örneğin, Çıplak Yalnızlık’ın girişindeki “su ağacıydı / dönüp duran kuşların / ıslak göğsündü” (s:34) ‘5+7+7’ şeklindeki dizeler, haiku türüne uyduğu gibi beklenen çıt sesini de taşıyor içinde. Tümüyle üç dizelik biçemlere dökülmese de gerek öznel sevme merkezinde, gerekse yalınlığı öne çıkarmada bence o koku fazlasıyla var. Bir bakıma doğanın eline doğmuş gibi şair!.. Otsuz, çiçeksiz, ağaçsız, kuşsuz, börtü böceksiz yapamıyor. Varı yoğu doğayla halleşip söyleşmek; ondaki izdüşümleri şiire dönüştürerek doğaya sarılı insana ulaşmak! Gerektiğinde kadınlık acılarına özdeş kıldığı yalnızlığını, “balkonlarına güvercinler konan şehir, yolumu keserdi her sabah / üşürdüm. ağaç dikerdim, geçtiğimiz koridorlara./ kuyu kazardım. //su hep gecikirdi akmaya.” (s:34) iniş çıkışlarıyla ayakta tutmaya çalışmak…
Eğer bu ince geçişlere dikkat etmezsek, bize aktarılan o gürültüyü kesinlikle duymayız. Böyle bir toplamı, Tarçınların Büyüdüğü Su Kenarı’nda da görebiliriz:
“böceklerle kopuşu fısıldarken geldi
havalanırken toprak
tüylerinde izlerini gördüm rüzgârların
tarçınların büyüdüğü su kenarlarını
başka ağızlara eğilen kavisini boynunun
eşelenip durdu
bir rüyadan uyanmış gibi” (s:57)
Özetle, nesnelerden ve eşyalardan sızan esintilerle küçük sevinçlerimizi aşkla, iyimserlikle örgütleyen, giderek bireysel kırgınlıkları sağaltan tirşe bir esinti yansıyor Otları Yalnız Sevmenin Gürültüsü’nde.
Okuyup özümsemekte yarar var.
1Otları Yalnız Sevmenin Gürültüsü – Fatoş Avcısoyu Ruso, Öteki Yayınevi, 1.Basım, Şubat 2020.
2Otların Uğultusu Altında – Şükrü Erbaş, Kırmızı Kedi Yayınevı, 1.Basım, Kasım 2019.
3Güzellik Üçgeni – Mateya Matevski, Çev. Necati Zekeriya, Cem Yayınevi, 1.Basım, 1978.