Hatırlamıyorum.
Işıkların içimden geçtiğini ve duvarlara vurduğumu, duvarların içinden geçtiğimi ve bu defa ışıklı metallerin içime düştüğünü hatırlıyorum sadece. Kaç kez oldu bilmiyorum, kaç taşa, kaç demir sopaya çarptığımı, yüzümde kaç darbe, ellerimde kaç çizik, ağrı, kırık olduğunu da.
Kaç ömrümü tükettiğimi de örneğin, kaç defa gittiğimi ve geldiğimi, kaç kişinin içimden geçtiğini ve yaralar bırakıp gittiklerini de.
Bu güneşin, batıp öyle kaldığını, siyahi bir perdenin gözlerime düştüğünü de son gördüğümde, artık her nasılsa bilmiyorum.
Bildiğim burada yatıyor olduğum, uyutulmak için burada boyu posuma yatıyorum, boylu poslu yaşayanlara derler, ben artık hazır bekliyorum, yaşamıyorum.
Elinde cetvel önce ölçmekle başlıyor işe. Ben kafamı kaldırıp gülüyorum. Bu taşın ısıtılma ihtimali var mıdır? Donuyorum. Bana bakıp “saçmalama, uslu dur” diyor ben boynumu büküyorum.
Sağ tarafımda uzun uzadıya yeşil, sarı, papatyalarla bezenmiş bir düzlük. Güneş ufuk çizgisinden yeni doğuyor gibi, hafif bir meltem esiyor, dudaklarımı kurutuyor ve ben sol yanıma dönüyorum. Ayak parmaklarıma bir şeyler yapıyor, adımı yazıyor sanırım, korkuyorum.
Sol yanımda kırık dökük yüzler dizili, isimleri tanıyorum. Hepsi gittiler, duvara asılı çerçevenin içindeki yüzlerden biri, “kimdir be bunlar!” diyor, öteki “çirkef yatağında gülistanlık olmaz!”, diğeri... Ah! Arif hocam, gözlerim doluyor, bugüne bakıyorum.
Baktığım ile gördüğüm arasında fark var mıdır bilemem. Belki düşteyimdir, belki yaşayışta, nasıl tarif ederim bilemem, var ile yok arasında, cennet ile cehennemin arafında, kör olasıca bir hesaplaşma gününde, mahşer gününde! Sahi ilk kim çağrılacak şu günde? Mesela can yakan katiller mi, kurbanlar mı, tecavüzcüler mi, anneler babalar mı, kaç yaştan sonra günahlâr olur şu beden, kitapta yazar mı? Padişahlar, krallar, meczuplar, cellatlar orada olsun yargılanır mı?
Sanki bir rüyadayım, elinde cetvel ben sırtüstü yatırken, artık nereyi ölçüyorsa, cetvelle işini bırakıp, makası alıyor. Kumaşın yırtılma sesi, gömleğin çözülmesi, etrafa koşuşturan düğmelerin sesi.
Oda soğuk, duvarlar kirli beyaz, aşırı ışık, çokça metalden alet edavat, onların ışığa vurunca patlayan gölgeleri, karşımda asılı duran eski başkanın suratı, ama tam kafamın gerisinden bir televizyon sesi...
Seslerden bir gerginlik olduğu anlaşılıyor, kulak kabartıyorum, sonra vazgeçiyorum, dünya hâli yaşayanların derdi. Benim derdim kendime yeter, makasla iğne arasında neyleyim âlemi.
Bu defa elindeki makası bırakıp iğneleri alıyor. Çırılçıplak bir bedene saplanan iğneleri düşündükçe, düşünmesi yetiyor, bu defa kaskatı kesiliyorum.
Kaskatı.
Üç beş on yirmi. Metalin bedene vurulup çıkarılması, hissizleşen bedenin, yani benim şimdi uyumam gerek. Kırılmış iğneleri bırakıp, eline bu defa bistüri saplarını ve dermatomları alıyor, doktorların afilli bıçakları işte. Birazdan etimi kesip parçalayacak ve ben izleyeceğim.
Televizyonda bir şeyler dönüyor. Bir uğultu, bir kaçışma hali, bir yer sarsıntısı, bir çığlık, ambulans sesleri, ağlamalar. Bilemem, belki Suriye’de yine bombalar patlamıştır, Yemen’de Suudi güçleri köyleri vurmuştur, çocuklar açlıktan ölmüştür de Nato yardıma gelmiştir, bayrak dikmiştir, kan dökülmüştür, demokrasi çıka gelmiştir, meydanlar bayram etmiştir. Sarayönü’nde tanklar yürümüştür, havadan insanlar düşmüştür, savaş istemiyoruz diyenler hain olmuştur, akademisyen hapse atılmıştır, basın emekçisi inşaat işçisi olmuştur. Öğretmenin onuruna dokunmuştur, birilerinin hayatı bellenmiştir, yüzlerce insan rejime dayanamayıp canına... Yeter, tamam, devam etmiyorum.
İçi boş ama o kadar da dolu olan odanın içinde aniden bir telefonun sesi... Çok küçükken evin içinde zır zır çalan, her çaldığında çocuk aklımla, keşke hep o akılla kalsaydım, koşturup alık alık baktığımız telefondan çıkan o ses. Kablolardan o sesler nasıl uzayıp da geliyor diye kaç kez sormuşsam da söylemediler. Ama olsun, en azından bu defa ahizenin karşısındaki eli bıçaklı, telefona bakmak için işe ara veriyor. Eldivenlerini çıkarıp, uflayıp poflayıp telefonu açıyor. Üç dakika on sekiz saniye sonra “tamam efendim” diyor.
Tam karşımda durup, sinirli sinirli baktıktan sonra, eline yine kocaman bir narkoz iğnesi alıp yaklaşıyor.
Gözlerim kısık, ha görüyor ha görmüyor, kendimi zor seçiyorum, hiç acımadan etime olanca hızıyla indiriyor. İnsafsız cellat !
Benim gözlerim artık kapanırken, yan taraftaki derin donduruculu odaya doğru sürüklendiğimi görüyorum. Derinliklere doğru... Artık konuşamıyorum, düşünemiyorum, sorgulamıyorum...
* * *
Kaç zamandır uyuyoruz, meçhul.
Burada derin bir soğuğun içinde, damarlarımızda narkoz etkisi, uyuyoruz.
Adımızı sorduklarında Akdeniz’de bir yerde, derin yaraları olan bir adayız, oradayız, buradayız, adam/ın şairlerinin yazdığı gibi barışa ada/yız ama icazeti bekliyoruz.
Hareket yok, etraf sessiz, gölgeler sevişmede, postallar güvende, efendiler nöbette.
Demos-u sahi, kratos-u sahte bir düzende Kıbrıslılar olarak demokrasicilik oynuyoruz.
Anasında yasa, yasasında ana, bu gök kubbenin altında bolca yalan arasındayız.
Hâlen burada ve hep birlikte,
uyutuluyoruz.