“Öykü yazarı olarak Samet Mart adını kullanan Baf’ın müzik öğretmeni Sacit Tekin’in ardından...”

Sevgül Uludağ

Ulus Irkad

(Değerli araştırmacı-yazar Ulus Irkad, öykü yazarı olarak Samet Mart adını kullanan Baf’ın müzik öğretmeni Sacit Tekin’i anlatıyor... Yazısını teşekkürlerimizle paylaşıyoruz... S.U.)

Baf’ın müzik öğretmeni Sacit Tekin’i veya edebiyatımızdaki adıyla Samet Mart’ı ben de tanımıştım... Baf Kurtuluş Lisesi müzik öğretmenlerinden Sacit Tekin kimdi?

Kendisini Baf Kurtuluş Lisesi’nde çok yakından tanıdığım ve hem müzikte hem de yazın alanında öyküleri bulunan, Kıbrıs Türk sanatına katkılarda bulunan Sacit Tekin, müzik alanında da başarılı bir öğretmenimizdi (Doğumu 1931-Atun, S., 362, 2008).

Sacit Tekin’i, 1963 öncesinde Baf Kurtuluş Lisesi’nde tanıdım. Daha çok genç, 30’lu yaşlarda, başarılı bir müzik öğretmeniydi. Türkiyeli çok hanımefendi kültürlü bir hanımı ve hatırladığım kadarıyla daha bebek yaşlarda bir çocuğu vardı. Aradan 61-62 sene geçti. Detaylarda yanılabilirim ama Sacit Bey’le Baf Kurtuluş Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olan babam da çok iyi arkadaştı. Sacit Bey’le hanımının Baf’ta düşüp kalktıkları tek tük ailelerden biriydik. Hanımı bize çok gelirdi. Orta boylu, zayıfça ama güzel, kültürlü bir hanımdı. Sacit bey ise siyah saçları olan ve bilhassa öndeki saçları oldukça bol, Türk Klasik müziği ve klasik müzik konserleri verdiğinde de saçları dağılıp aynen kendine Batı tipi bir orkestra şefi görünümü veren tipik bir orkestra şefi görünümündeydi. Baf’ta Baf Kuruluş Lisesi’nin hem Türk klasik müziği ve hem de Klasik Batı Müziği orkestrasını idare etmekteydi. 1961 veya 1962 yılı olacak; Baf Ülkü Yurdu Futbol takımının kulübünün ön avlusunda, Baf Kuruluş Lisesi’nin klasik müzik ve Klasik Türk müziği orkestralarını yönettiği, her iki müzikte de parçaları ustalıkla idare ettiği bir konser vermiş, bu konsere Baf halkını da davet etmişti. Geceleyin verilen bu konserde Sacit Bey harikalar yaratmış ve dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. O gece gösterdiği dinamizm ve üstün başarıyı unutamam.

MAPOLARIN ÖVDÜĞÜ ÖYKÜ YAZARI SAMET MART

Sonra Baf’tan başka bir şehre mi tayin edilmişti de Baf’tan ayrıldı, yoksa olaylar dolayısıyla mı Baf’tan ayrıldı hatırlamıyorum. 1963-64 olaylarından sonra Baf’ta değildi. Sacit Bey’in sadece müzik alanında değil ama yazın alanında, bilhassa öykü yazımında bayağı tanındığını, daha sonraları öğrenecektim. Üstad Mapolar’dan sonra en önemli öykü yazarlarımızdan biriydi. Yazın alanında adını “Samet Mart” olarak kullanmaktaydı. Samet Mart’ın (Sacit Tekin’in), Hikmet Afif Mapolar’ın Çardak Yayınları arasında çıkan 18 öyküden müteşekkil “Hokkabaz” adlı bir öykü kitabı vardır (1954). Devrin yazın sanatçıları ve Mapolar onun için çok iyi yorumlar yazmışlardır.

Argun Korkut onun için;

“Son zamanlarda Bozkurt sayfalarında Samet Mart imzası dikkat bakışı çekmektedir. Muntazam aralıklarla birbirini takip eden bu imzanın hikayelerini zevkle ve alaka ile takip etmekte ve bu büyük bir titizlikle seçilmiş mevzuların müstesna bir itina ile hikaye halinde işlenmesinden yeni kabiliyetli bir hikayecinin müjdesini almaktayız...” (Argun Korkut, Kıbrıs Türk Hikayesi, 16 Mart 1952, Bozkurt).

Gene Bener Hakkı Hakeri de onun öyküleri konusunda;

“Öykülerinde toplumun çeşitli sorunlarını ironili bir biçimde veren Samet Mart’ın Kıbrıs Türk öykü yazarları arasında, özel bir yeri bulunmaktadır...” (Kıbrıs Türk Ansiklopedisi, Cilt 2, Lefkoşa,1986)

Öykülerini sade anlaşılır bir dille yazan Samet Mart, aslında toplum yaşantısına da eleştirel olarak bakmaktaydı. Birçok öyküsünde eleştirel bir dil de kullanmıştır.

1960’LI YILLARDA BAŞARILI BİR MÜZİK ÖĞRETMENİYDİ

Sacit bey, sadece öykücülüğü ile değil yazdığım gibi başarılı bir müzik sanatçısı olmasıyla da ün kazanmıştı. Mapolar, onun  rahmetli Özker Yaşın’ın ilk evliliği sırasında elindeki kemanla çok güzel bir ses ve de müzikle bu düğün sırasında şarkı söylediğini aktarmaktadır. Nitekim bu alandaki başarısına ben de şahit oldum. Fakat bildiğim ve duyduğum kadarıyla sanatçımız 1963 olayları sırasında büyük bir travma geçirir. Çok saygıdeğer ve değerli hanımı bu yıllarda çocuklarını alıp Türkiye’ye gider. Rahmetli babam 1960’lı yılların sonlarında onu Lefkoşa’da Atatürk heykelinin yanında dururken bulur ama babam onu bayağı ruhen sarsılmış, moralmen kırık bulur ve çok üzülür. Sacit bey veya edebiyatımızın Samet Mart’ını ben de 1975 yılında Mağusa’da Aşağı Maraş’a geldiğimiz zaman Aşağı Maraş’ta çok gördüm. Bu arada elinde bir kitap Aşağı Maraş’ta dolaşırken zaman zaman Mağusa Kalesi içinde de Venedik Sarayı içinde bir kanepede dinlenirken, elinde kitabı okurken ona çok rastladım. Sacit bey, hep yalnız ve düşünceli idi ve genelde yalnız gezmekteydi. Söylentiye göre Aşağı Maraş’ta ablasının evinde kalmaktaydı. Akrabaları vardı ve ona bakıyorlardı. Bazen onu Lefkoşa-Mağusa yolunda yalnız yürürken veya Lefkoşa içinde de gene elinde kitabıyla dolaşırken görürdüm. Elinden bir kitabı hiç eksiltmezdi ve belli ki devamlı okuyordu. O bilinen yalnızlığına devam ediyordu. 1980’li yıllarda da Mağusa’da onu çok gördüm. 1990 sonrasında ise onu artık göremedim. Sorduğumda da rahmetli olduğunu söylediler.

HAYATLA BAĞINI KESEN ÖNEMLİ BİR EDEBİYAT VE MÜZİK ADAMIYDI

Belli ki Sacit bey hayatla bağını 1960’lı yıllardan sonra kesmiş, 1963 yılında yaşanan toplumlararası kargaşa onda travma yaratmış ve daha fazla yalnız yaşayan ama gene de kitap okumaya devam eden bir aydındı.

Onu hep Baf’tan tanıdığım saygıdeğer ve ağırbaşlı Türkiyeli hanımı ve de hanımının  ittiği çocuk arabasındaki o küçük bebekleriyle hatırlıyorum. Bir de hanımının annemi devamlı ziyaretleri, bizlerin Baf’taki Mutallo’daki evlerine çok sık gelişi hep aklımdadır. Onu da o saygıdeğer ve güzel Türkiyeli hanımını da unutmayacağım. Edebiyatımızın ve müziğimizin emektarlarından Sacit Tekin veya Samet Mart’ın anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

KAYNAKÇA

Atun, Suna (2008) Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Belgeler-Bildiriler - Samtay Vakfı, Mağusa.


***  BASINDAN GÜNCEL...

“Yeni “normal”: Faşizm...”

Evren BALTA/T24

ABD Başkanı Richard Nixon'ın 1974'teki istifasıyla sonuçlanan Watergate skandalı, sıklıkla Amerikan demokrasisinin bir zaferi olarak anlatılır. Skandal, Nixon’ın seçim kampanyası finansmanını güvence altına almak için yapılan yasadışı faaliyetler ve bu girişimlerin Nixon tarafından yargı da kullanılarak örtbas edilme çabaları etrafında şekillenir. Ancak bu süreçte, Amerikan anayasasının denge ve denetim sistemi bir şekilde çalışmış ve anayasa yetkilerini kötüye kullanan güçlü bir lidere karşı zafer kazanmıştır.

ABD tarihinde bir başkanın bir skandal nedeniyle ilk kez (ve son kez) istifasına neden olan bu skandalın bir büyük kahramanı da basındır. Gazeteciler Bob Woodward ve Carl Bernstein Watergate skandalın ortaya çıkmasında ve soruşturulmasında en önemli rolü oynarlar. Ancak bu sonucun mümkün olmasını sağlayan “hesap verilebilirliği” önemli ve ortak bir değer olarak gören zamanın siyasal kültürüdür.

SEÇİM SAVAŞI...

Skandalı ortaya çıkaran Bob Woodward bu yakınlarda yayınladığı “The War/Savaş” adlı yeni kitabında istifasında büyük rol oynadığı Richard Nixon ile Donald Trump arasında bir karşılaştırma yaparak Trump'ın başkanlığının demokrasi için çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu söyler. Hatta öyle ki kitaba adını veren “Savaş” hâlihazırda cephenin üç farklı yerde olduğu iddiasına dayanır: Ukrayna, Gazze ve Amerikan seçimleri.

Ancak Nixon'ın aksine Trump demokrasiye yönelik tüm ihlalleri raporlandığı ve aleyhinde onlarca dava olduğu halde herhangi bir sonuçla karşılaşmaz. Sonuçla karşılaşmamayı bırakın Cumhuriyetçi Parti’yi kendi sureti etrafında yeniden şekillendirir ve seçmen desteğini artırır. Woodward’ın iddiası bir biçimde doğrudur: Amerikan seçmenleri oy sandığı üzerinden icra edilen bir savaşın parçasıdırlar artık.

Bu “savaşı” Trump, iki hafta sonra kazanabilir de kazanmayabilir de (zira kamuoyu yoklamaları hâlâ başa baş bir yarış gösteriyor.) Ancak, bu seçim zaferinin ötesinde Trump’ın başardığı şey çok daha derin ve güçlü bir etkiye sahip: Siyasetin (ya da Woodward’ın deyişiyle “savaşın”) angajman kurallarını yeniden tanımlamak. Daha da önemlisi, Amerikan siyasetinde “normal” olanı yeniden şekillendirmek.

TRUMP’IN İKTİDAR MENÜSÜ...

Hakikat kaybı, Trump’ın başkanlığında Amerikan siyasetinin en belirgin dönüşümlerinden biri oldu. Trump, hakikatin değil, inancın ana eksen olduğu bir siyaseti temsil ediyordu. Bu siyaset, evrim, aşılar ve iklim değişikliği gibi bilimsel gerçeklerin inkârı üzerine inşa edilmiş ve temsilcisini Trump ile bulmuştu. Trump, hakikati itibarsızlaştırarak eleştirel haberleri “yalan haber” diye niteliyor ve kutuplaşmış medya ortamından yararlanarak, kendi inanç temelli anlatısını merkezde tutmayı başarıyordu.

Bu dönemde seçmenlerin öteki tarafa yönelik negatif duygusallığı da iyice artacaktı. Kutuplaşma artık sadece ideolojik farklılıklardan değil, giderek daha fazla oranda kimlik siyasetiyle derinleşen kişisel bağlılıklardan kaynaklanmaktaydı. Trump seçmenlerini sadece politik bir duruşa değil, aynı zamanda duygusal ve kimlik temelli bir sadakate çağırıyordu. Amerikan toplumundaki bu duygusal kutuplaşma, 2020 yılı seçimleri itibarıyla zirve yapacak ve Biden’ın seçilmesinde büyük bir rol oynayacaktı.

Kurumlara olan güvenin aşınması ise Trump’ın başkanlığı döneminde en ciddi yapısal sorunlardan biri oldu. Trump’ın yargı, istihbarat ve seçim süreçlerine yönelik saldırıları, bu kurumların zaten sallanan meşruiyetini iyice zayıflattı. 2020 seçimlerinin ardından Trump’ın “çalınmış seçim” iddialarını sürdürmesi ve kendi seçmenlerinin önemli bir bölümünün bu seçimleri Trump’ın kaybettiğine hâlâ inanmıyor olması, bu erozyonun ne kadar derin olduğunu ortaya koyacaktı.

TRUMP, FAŞİST Mİ?

Trump 2024 seçim kampanyasında da göçmenlerin hayvanları yediği gibi hiçbir kanıta dayanmayan iddiaları yenileyecek, rakiplerini cinsiyetçi bir dille sürekli aşağılayacak, Amerikan seçmenlerinin kendisine oy vermeyen bölümünü düşman ilan edecek, ve kendisine karşı cadı avı başlattığını ilan ettiği tüm kurumları seçilirse yargı eliyle alaşağı edeceğini söyleyecekti. 6 Ocak’ta Amerikan Kongre binasına yapılan saldırıyı ise “bir sevgi günü/day of love” olarak nitelendirecekti.

Ancak retorikte bu sertleşmeye rağmen Amerikan seçmenlerinin Trump’a yönelik tavrı 2016 ya da 2020 seçimlerinden farklıydı. Trump karşıtı seçmenin 2016 seçimlerindeki dalgacı tavrı, 2020 seçimlerinde yerini ciddi bir korku ve mobilizasyona bırakmıştı. Ancak 2024 seçimlerinde Trump artık “yeni normal”di.

Trump’ın bir zamanlar radikal bulunan görüşleri artık sadece destekçileri tarafından değil ama ana akım medya tarafından da akla yatkınlaştırılıyordu (bu duruma sanewashing denmekte). Üstelik Başkan yardımcısı adayı J. D. Vance, Trump’ın tutarsız bölük pörçük fikirlerine ve aşağıdakilerin “seçkinci” öfkesine yeni bir çerçeve kazandıracaktı. Bu durum Trump’dan uzak duran seçmenlerin de onu makul/akılcı bir seçenek olarak değerlendirmesine ve geleneksel olarak Demokrat Parti’nin tabanı olan gruplar arasında desteğinin yaygınlaşmasına neden olacaktı. Ama bundan daha önemlisi Demokrat Parti’nin kendi seçmenini Trump’a karşı tıpkı 2020 seçimlerinde olduğu gibi mobilize etmesini zorlaştıracaktı.

Trump’a yönelik kaygı dozunun giderek azaldığı bir ortamda Kamala Harris Amerikan siyasetçilerinin (ve hatta siyaset bilimcilerinin) bir zamanlar kullanmaktan imtina ettiği faşizm terimini geçtiğimiz hafta yaptığı bir röportajda ilk kez açıkça kullandı ve Trump’ın vizyonunu faşizm olarak tanımladı.

FAŞİZMİ “NORMALLEŞTİRMEK...”

Seçimlere iki hafta kaldı ve Amerikan ana akım medyasında faşizm tartışmaları giderek daha fazla yer kaplıyor. Çünkü Trump sadece ekonomiyi iyi yönetme vaadi veren bir lider değil. Arkasında yalnızca ayrıcalıklarını kaybetmiş, dağınık bir şekilde liderlerini bekleyen beyazlar, erkekler ve kırsal seçmen grupları yok; aynı zamanda Amerika’da on yıllardır istikrarlı bir şekilde büyüyen aşırı sağ milisler var. Ayrıca kiliseler ve silah kulüpleri gibi muhafazakâr kurumlarda kök salmış örgütlü bir toplumsallık da Trump'ı destekliyor.

Alexander Baturo ve Paul Kenny ile birlikte 20. yüzyıl boyunca popülist liderlerin nasıl otoriter figürlere dönüştüğünü incelediğimiz çalışmamızda, bu değişimi mümkün kılan en önemli faktörlerden birinin liderin siyasi deneyimi olduğunu göstermiştik. Donald Trump'ın siyasi sistemin nasıl işlediğine dair daha net bir kavrayışa sahip olarak göreve dönme ihtimali dünyanın en büyük gücünün faşist bir devlete dönüşme riskini olağanüstü artırıyor.

Trump seçilmesi halinde faşist liderlerin oyun kitabını uygulayacak. Muhtemelen 6 Ocak saldırılarına katılanları affedecek ve gerektiğinde kendi adına şiddet uygulayabilecek paramiliter örgütlere izin verecek. Siyasi rakiplerini kovuşturmaya çalışacak, bağımsız medya kuruluşlarına baskı yaparak ifade özgürlüğünü kısıtlayacak. Yargı sistemini kendi lehine manipüle edecek ve yürütme organındaki yetkilerini genişleterek demokratik denetim mekanizmalarını zayıflatacak.

Fakat belki de en endişe verici olan, giderek daha az seçmenin tüm bunlara önem veriyor olması. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de faşizmi mümkün kılan bu.

(T24 – Evren BALTA – 21.10.2024)