Bazen anlamayız neyin gerçekten önemli olduğunu...
Çoğunlukla göremeyiz koşuşturup dururken, çevremizde sürüp giden o bomboş oyunu...
Sislerin arasından uzatamadan kafamızı, bir saniyeliğine bile anlayamadan yaşamın anlamını, sanki çok ciddi bir iş yapar gibi tüketiriz “boşuna” hayatlarımızı...
Yaşamımızın temellerinde kimler var, sırtımızı dayadığımız yer neresi, nerede kaldı sevdiklerimizin nefesi?
“Koskocaman bir ev isterim, mümkünse garajında şu marka bir tomofilim olsun... Bir de statüm olsun isterim, en vazgeçilmez hırslarıma uygun...”
En tepeye tırmanmak isterken, belki de hak ettiğimizden daha çok para kazanmayı arzularken, yaşar gideriz işte… Neyin gerçekten değerli olduğunu pek de farkında olmadan.
“İlla ki bir şeyler olmak” hayali ve hırsı kaplayınca benliğimizi, önce gülüşlerimiz sahteleşir, ardından sevinçlerimizin ve hüzünlerimizin koca bir yalandan ibaret olduğunu görür, anlarız.
Sebepsiz öfkelerimiz, yersiz tepkilerimiz, uslanmaz hinliklerimiz, entrikacı saadetimiz...
Sonra bir an gelir, en derinlerden kopar gelir hakikat, çarpar gider en yüzeyimize...
İşte o vakit oturuverir gerçek sorular yüreğimize...
Neydim, neyim, ne olacağım? Nereye varacağım bu sokaklarda boş boş dolanırken?
Bu saçma sapanlıklarla nereye kadar uğraşacağım? Daha ne kadar sürecek tatminsiz kurgularım, bencilce planlarım?
Bir dostun elini tutarken hastane yatağında, tüm kalbini onun kalbine sunarken, gözlerinin ta içine bakmak, sessizce “senden önemlisi yok” diye haykırmak...
Hiçbir şey için geç olmadan sarılmak çocukların düşlerine, tekrardan sevmek baharları ve kışı, tutunarak onların minicik yüreklerine...
Taptaze bir havayı içine çekmek, denizin kokusuna doğru yürümek, en derin okyanusları düşlemek, içinde dev dev ormanlar büyütmek...
Yaşamak böyle işte... Biteceğini bilerek, buna rağmen hakikati göğüsleyerek...
Öylesine bir şey işte yaşamak...Ciddiye aldıklarının gelip geçiciliğiyle, almadıklarının önemiyle...
Böyle bir şey işte... Dosdoğru ve tam tamına böyle...