Asu Demircioğlu
asudemircioglu@hotmail.com
Koşuyorum... oradan oraya, buradan şuraya... koşuşturması yoğun bir gün... Eve giderken son anda “yemek yok” diye çığlık attı beynim. En yakın markette ani ve sert bir duruş. Soluk soluğa markete dalış. Hangi market olduğunu, daha çok neler sattığını, hatta logosunu falan uzun uzun anlatmak isterdim ama, reklam olayı işte. Yoksa bayılırım ayrıntılara.
Bakıyorum ne pişirsem, ne yapsam. Usta bir aşçı sayılmasam da, doyacak kadar elimden gelen yemekleri pişirdiğim inkâr edilemez bir gerçek en azından. “Tavuk” diyorum, “tamam hemen pişer”. Yok ama, köy tavuğu yok. Bunlar sağlıklı mı bilemiyoruz ki. Sebzelerin yanına gidiyorum, hatırlamaya çalışıyorum haberleri ısrarla. Ne ilgisi var demeyin, en azından o hafta limit üstü kalıntı hangilerinde bulunmuştu bilmekte yarar var. Gerçi toplanıyordu değil mi onlar? Normalde böyle titiz değilim, ya da değildim. Kızım doğduktan sonra başladı bu değişim. Donmuş gıdalara gözüm takıldı. “Yok artık daha neler” dedim... “Yapma, hazır alıp pişirme, donmuş onlar. Aman yap, ne olacak, biraz kendini düşün, uğraşma, hem vakit yok” sesleri yankılanıyor. Sol omuzumun üzerinde oturan şeytan “al at fırına, yorulmadan kurtul gitsin” derken “hiç yakışır mı sana” diye fısıldıyor diğer kulağıma sağımdaki melek.
O da ne! Donuyorum, buzlu donmuş gıdalar gibi oluyorum bir anda... Gönyeli çemberinde yapılan kaçış yolları gibi ara raflardan birinden atıyorum kendimi, yan tarafa. Neden kaçtım ki ansızın soluk soluğa? Hayır, kimseyi görmeyi istemediğim bir zaman dilimi tamam da, böyle hiç tanımadığım, merhabam bile olmayan birinden apar topar kaçılır mı? Gülüyorum kendime. Şeytan ve meleğin son durumuna göz atarken çocukluğumun en güzel yıllarına gidiyorum. Babaannemin evi; evin güneş alan odası, duvarda asılı eski resimler, karşı evin damında benim ısrarla karga dediğim güvercinler, büyük bir mutfak, özellikle bayramlarda ailece oturup yemek yediğimiz çok büyük bir masa, kocaman bir balkon ve balkonda dedemin elleriyle yaptığı salıncak. Ne güzeldi, ne huzurlu. Ve yeğenlerimle yaramazlık günlerimiz. Çok huzurlu değildik aslında, çünkü yaramazlıklardan dolayı hep yakalanma korkusu yaşardık.
Babaannemin evinin arkası Tekke Bahçesi, önü Saman Bahçe. Girne kapısındayız. Annem çalıştığı için, 40 günlükmüşüm babaannem bana bakmaya başladığında. Bebekliğim, çocukluğum hep orada geçti. Mutlu günlerdi; şehitlikte oynadığımız günler, evet garip geliyor kulağa ama, öyle... Oyun parkımızdı tekke bahçesi şehitliği. Mezarların üstünden atlar, saklambaç oynar, ağustos ayında cırlavıkları yakalar, kış aylarında nergis toplardık. Babaannemin “toplamayın” dediği günler gelir aklıma hep. “Neden” derdim, “neden?” Bilmezdim, anlamazdım. Orası bizim oyun yerimizdi. İlkokulda mezarların üstlerinde yazan isimleri okumaya başladık, hatta resimleri olanları inceler, benzetmeler yapardık. Tam anlamlandıramasak bile yorumlar yaptığımızı hatırlıyorum yeğenlerimle. “Kim, kimdir” diye heyecan verici, biraz gizemli, hatta korkutucu hikayeler anlatırdık birimize.
Bir süre sonra nergis toplamayı bırakmamız gerçekleri anlamaya başladığımızdan mı, yoksa büyüdüğümüz için mi bilemiyorum. Belki de farklı mahalle keşifleri daha çok heyecanlandırdığından uzaklaşmaya başlamıştık şehitlikten, en sevdiğimiz oyun alanımızdan, yani evimizin bahçesinden. Kim bilir?
O yıllarda yolculuktayken tekrar karşılaşmayım mı? “Hayda” dedim ürpererek. Kaçış yolu da yok şimdi. Hayır, bakıyorum gülümsesem anlamsız, gülümsemesem bakışlarım tuhaf. Konuşmak ister gibi bir halim var ama, ne diyeceğim ki... Yani, gazete alırız en azından genelde. Bir gazeteyi aldığımızda bazı yazarların her yazısını okuruz, bazılarını arada sırada okuruz ama bazı yazıları hiç okumayız. Hatta ben yazıyı görünce okumamak için özellikle çevirdiğimi bilirim sayfayı. Evet her yazısını ısrarla aceleyle atlayarak geçiyorum, olur da “gözüm takılır, yanlışlıkla okurum” diye. Facebook’ta ya da diğer iletişim ortamlarında da karşınıza çıkıyor yazılar. Görmeme şansınız yok gibi bir şey. Buna rağmen atlıyorum hep... Eeee, ben ne diyeyim şimdi? “Merhaba, sizi çok iyi tanıyorum, hiç bir yazınızı okumadım, okumamak için çabam büyük, ama sizi seviyorum “ mu diyeceğim diye düşüne düşüne, iç sesimle konuşa konuşa garip bir şekilde yanından geçip gidiyorum… Derin bir nefes alıyorum... “Aman sen de, yürü geç git, sana ne” diyorum kendime. Ve bir rüya; çocukken gördüğüm, nedense hiç unutmadığım rüyam geliyor aklıma. Annem, babam ve ben arabada gidiyoruz, askerler durduruyor. Lefke’ye giderken, Güzelyurt tarafları. Tam yeri gözümün önünde. Babamı alıyor askerler. Ben ağlıyorum. Tellerin arkasına doğru yürüyorlar, görünmüyorlar artık... Anneme bakıyorum “baban kayboldu” diyor ve bir ürperti. Bir ürperti... Ürperti... Aynı ürperti... Ailede kayıp yok. Ama o zamandan beynimde ve yüreğimde bir iz var, kazınmış.
Tekke bahçesine dönüyorum tekrar geçmiş yolculuğumda. Bir cümle hatırlıyorum, kim söylemişti bilmiyorum “o şehitlikte ölüler yok, savaştan kalma bu isimler öldü ama burada değiller, korkmayın”. Korkmayın! Demek ki korkmam gerekirdi. Ali ismini hatırlıyorum, orada mezarların birinde yazılıydı. Evet, çok net hatırlıyorum. Bir de “eee neredeler peki şimdi” sorusunu. “Madem burada değiller, neredeler? Hani çukurlar kazarak dökmüşlerdi şehitleri, siz demiştiniz ya? Peki babaanne, şehit ne? Yer yoktu, ama yer var işte. Hem kimse yok dediniz toprağın altında? Eeee şimdi var dediniz? Çukurlara neyle döktüler? Tanklar olur ya savaşta, onlarla mı? Uçakla mı? Kim öldürdü kim gömdü onları? Dede sen gördün mü? Balkondan seyrettiniz mi? Gece buraya geliyorlar mı?” Beynimde canlanarak artıyor anılar, geçmiş iç içe geçerek birleşiyor.
Rüyam; babam gidiyor gözleri bağlı, benim gözlerim yaşlı. İşte o an bu rüyamı ve yaşadığım korkuları hatırlıyorum, hissederek. 21 Aralık haftasıydı, elektrikler kesilmişti ve ben koşarak masanın altına saklanmıştım, “banyo asla olmaz” diye düşünerek. ”Elektrikleri Rumlar keser, bize saldırsınlar diye” demişti arkadaşım, ona da annesi söylemiş. Bu arada melek ve şeytan pısmış bir şekilde omuzlarımda oturuyorlar. Ben de ne bulsam atıyorum alışveriş sepetine... Neden okumamıştım yazılarını, neden kaçtım hep o sayfalardan... Konuyla ilgili haberlerden, karşılaştığım başlıklardan... Korkuyorum. Çukurda, bir çukurda... Balkondan seyretmiştim, kazıyorlardı... Her taraf toz toprak... “Üst üsteydiler, rahatladılar” dedi yine aileden biri. Boyunlarında bazılarının isim varmış. Bu konuşmalar beynimde tekrarlanırken, “rüya mı görmüştüm acaba” diye düşünüyorum, “yoksa gerçekten yaşanmış, geçmiş miydi bu diyaloglar o zamanlarda”. Hani etkilendim, ondan mı? Çocuğuz diye pek konuşulmazdı yanımızda aslında, ne zaman fısıltılar başlasa yaklaşırdım yanlarına. Çoğalmıştı şehit mezarları. Değişmişti, sevmemiştim bu halini bahçemizin.
Kayıptım, çocukluğumda kayıptım marketin içinde... Ali orada mıydı daha? Offff, raflar arasında kaybolmuş bir şekilde arıyorum Sevgül Uludağ’ı. “Hiç okumadım, evet kaçtım sizin yazılarınızdan, kaçtım gerçeklerden... Siz hep yanlarındaydınız. Size teşekkür ediyorlar, biliyorum”.
Günümüzün haber başlıkları geliyor gözümün önüne bu kez... Gömüldüler. Yıllar sonra bulundular. Tören yapılacak. Vurulduğu yere gömülsün. Hüseyin Ruso’dan kalanlar tekke bahçesinde bulundu. Hep yanımızda olan Sevgül Uludağ’a teşekkürler.
Başlıkları biliyordum en azından ama, yine de ülkemin kayıp gerçeklerinden saklanmışım yıllarca... “Ne oldu” demek istiyorum, “kim nerede”?
Markette deli gibi dolanıyorum, yok! Ödüyorum aldıklarımı. Eve gidiyorum... Yerleştirirken farkediyorum evde zaten fazladan olan makarnayı, pirinci, mercimeği paket paket aldığımı... Gülüyorum kendime... Yapılan araştırmalara göre, savaş yaşayan toplumlarda bu davranışımın görüldüğünü düşünerek kendimi savunmaya çalışıyorum.
Yemek? Yok halim kalmadı. Çok yorgunum. Kızım en zararlısından, dışarıdan yemek istiyor. Direnemiyorum... Melek ve şeytan sinsi sinsi gülüyorlar, kızıyorum. “Kutlu Adalı” diyorum ilgisiz bir anda... Kısa süre önce öğrenmiştim Kutlu Adalı’nın Sevgül Uludağ’ın eniştesi olduğunu; hani yıllardır katili ya da katilleri bulunamayan, bulamadığımız. Faili meçhul!
Bir o kadar daha yorgunum şimdi. Kapı çalıyor, borcunuz diyerek paketin üzerindeki fişi gösteriyor getiren kişi, “borcunuz”… “Borcumuz çok bu memlekete” diyorum... Bakıyor. Bakıyorum. Kızım oyuncak kredi kartıyla ödemeye çalışıyor o arada ısrarla hesabı... Adam şaşkın... “Oyun” diyorum, “oyun”...