Eda Yazgın
eda.kargi@emu.edu.tr
15 yılı Ankara’da, 10 yılı da Kıbrıs’ta olmak üzere, 25 yıldır “çocukluğu” inceleyen bir akademisyen olarak, Gaile Dergisi editörlerinin çocuğun oyun hakkı konusundaki yazı teklifleri karşısında karışık duygular yaşadım. Üzüntünün ve umudun iç içe geçtiği bir duygu karmaşasıydı yaşadığım. Bir yanda bilimin çağlar boyunca yeterince savunamadığı “çocukluk” için yaşanan çaresizlik, diğer yanda bir kez daha cılız da olsa sesimizi duyurabilme fırsatı... Elbette, ikincisi ağır bastı ve şu anda bu yazı siz değerli okuyucuyla buluşmak üzere hazırlandı. Yazının başlığında kullandığım “Oyun; Yeni Rönesans” benzetmesi, oyun konusunda derin araştırmaları olan saygın bilim insanı David Whitebread (2018)’e ait. Meraklı okuyucular David Whitebread’in benim de pek yakından takip ettiğim araştırmalarını inceleyebilirler. Profesör Whitebread emekli olmasına karşın halen Cambridge Üniversitesi’nde Lego ile işbirliği halinde çocukların oyunları hakkındaki çalışmalarını sistematik bir laboratuvarda sürdürmektedir. Modern dünyada oyun, bilimsel laboratuvarlarda titiz çalışmalarla, büyük bütçelerle, yetkin kadrolarla araştırılan çok önemli bir bilimsel olgu olarak ele alınmakta. Peki ya dünyanın geri kalanında... Bugünden, geçmişe doğru bakıldığında, oyunun tarihinin, insanlığın tarihinden çok daha eski olduğu görülür. Doğada hayvanlar oyun oynar. İlk oyun araştırmaları etolojistlerin, hayvanların oyunlarını incelemesiyle başlar. İnsan gelişimine baktığımızda ise, oyunun, insan gelişiminin çocuktaki en yüksek dışavurumu olduğunu görürüz. Sağlıklı gelişebilmesi için, “her çocuğun”, eşit şekilde oyun hakkına erişimi olmalıdır. Buradaki eşitlik ilkesine özellikle dikkati çekmek isterim. İster normal gelişen, ister farklı gelişen, ister yoksun, isterse zengin olanaklara sahip, ister kentte, ister köyde, çocuğun oyun hakkının günümüzde, anne babalar, öğretmenler, şehir plancıları, yerel yöneticiler, politika yapıcılar olmak üzere, yetişkinler tarafından nasıl örselendiği, yok sayıldığı ve kısıtlandığı üzerine bu yazının tüm okuyucularının düşünmesini isterim. Oysaki, üye devletler Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 20 Kasım 1989 tarihinde kabul ettiği ve 2 Eylül 1990’ da yürürlüğe soktuğu Çocuk Hakları Sözleşmesine imza attılar. Sözleşmede oyun hakkı vurgulanmış ve dünya üzerinde bütün çocukların bu haklara eşit erişimi güvence altına alın”mış”tır. Günümüzde, çocukların evde, evlerinden sonra en çok zamanlarını geçirdikleri okullarda ve kamuya açık tüm alanlarda kapsayıcılık olgusuyla uyumlu yani her çocuk için ailesiyle birlikte erişebileceği “evrensel tasarım” farkındalığı ile hazrılanmış oyun alanları bulunmalıdır. Elbette ki bu oyun alanlarının standartları olmalı, çocuğu merkeze alan, güvenli, nitelikli bir donanıma sahip olmalıdır. Bu arada hemen yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar görüyorum. Doktora sonrası araştırma yapmak üzere Münih’te bulunduğum sürede, üniversite öğrencilerinin Toplum Hizmeti olarak kamuya açık alanlardaki çocuk parklarında onarım, oyun materyallerinin boyanması, çim biçme gibi çeşitli faydalı eylemlerde bulunduklarını gözlemlemiştim. Yani herşeyi devletten beklememek lazım. 21.yüzyılın 20.yılında, dünyada özellikle kentlerde yaşayan çocuklar için açık ve yeşil alanlara ve bunlarla doğrudan ilişkili olarak da serbest oyuna erişim hakkı, küresel ekonomi, aşırı kentleşme, teknolojik dönüşüm gibi pekçok çeşitli etkenlere bağlı olarak ne yazık ki yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Konuya ilgi duyan okurlar, editörlüğünü Aslıhan Burcu Öztürk’ün (2018) yaptığı Çocuk ve Oyun Hakkı isimli kitapta çok çarpıcı araştırma raporlarını bulabilirler. Diğer yandan oyunun ve dolayısıyla çocukluğun kaybolma tehdidine karşı verilen çabaların bir ürünü olarak da başta Finlandiya, İsveç, İrlanda gibi ülkeler olmak üzere örneğin Pasi Sahlberg öncülüğünde yürütülen Global Eğitim Reformu Hareketi gibi, Okul Dışarıda Günü, Çocuklara İzin Verin, Oyun Hakkı gibi küresel ölçekli savunma platformları kurulmuş, bu hareketlerin bir sonucu olarak da oyunu çocuğun yaşamına tekrar kazandırma mücadelesi sürdürülmektedir. Bir nebze de olsa sevindirici olan, ülkemizde de giderek artan sayıda okullarımızın ve öğretmenlerimizin bu global hareketlere katılımda etkin rol almaya başlamalarıdır. Daha kapsamlı ve uzun soluklu çalışmaları incelemek isteyenler için UNICEF’in uzun yıllardır planlama ve organziasyonlarını üstlendiği Çocuk Dostu Kentler ve Çocuk Dostu Okullar projelerine de bakabilirler. Açıkçası bir eğitimci olarak, bu projeleri mimarların, iç mimarların, şehir planlamacıların ve yerel yöneticilerin incelemesini ve çocuğun oyun hakkına sahip çıkmada disiplinlerarası ortaklığı bizlerle birlikte savunmalarını çok isterim. Çünkü toplum sağlığı raporları, açık alanların hareket, oksijen, keşif, merak, gözlem, bağlantılar kurma, kişilerarası etkileşim gibi pek çok fırsatı barındırması bakımından, stresin azaltılması gibi de sağlık açısından çocuklara çok önemli yaşamsal katkılar sağlamaktadır.
Yetişkinlerin düştüğü büyük bir yanılgı var. O da “öğretme” merakı. Oysa, örneğin oyun gibi kendiliğinden, doğal, yaratıcı etkinlikler, yani çocuğun kendi doğasının ürünü olan etkinlikler, “öz yönelimli” etkinliklerdir. Çocuğun “öz” ü desteklenmelidir. Yetişkinlere anlamsız görünse de, örneğin çoğu zaman yetişkinler oyunu “gereksiz, boşa giden kayıp bir zaman” gibi algılamakta ve değersiz görmektedir, oysa oyunun çocuk için dünyayı anlamlandırma, yaşamı prova etme gibi sayısız işlevi vardır. Burada çocuk ve oyun hakkında sayısız nitelikte bilimsel kaynak üretmiş, müzeler kurmuş, biz öğrencilerine çocuk kültürünü araştırma nosyonunu aşılamış, değerli hocam Bekir Onur’un Oyuncaklı Dünya başta olmak üzere tüm eserlerini de anmak isterim. Sözü edilen eserlerde de belirgin şekilde vurgulandığı üzere çocuğun gelişimi söz konusu olduğunda, çocuğu kendi haline bırakma, kendi kendine başlattığı etkinliği sürdürmesine saygı gösterme çocuğun kendi öğrenme ritminin oluşmasını sağlar. Çocuğun beyninin dış dünyadan bombardıman halinde gelen bilgiyi süzebilmesi için kendi iç dinginliğine ihtiyacı vardır. Buna fırsat verilmelidir. Bu da çocuğu dinlemekle, izlemekle, gözlemekle, ona eşlik etmekle mümkün olur. Öğrencilerime her zaman iyi bir öğretmenin çok iyi bir gözlemci olması gerektiğini anlatmaya çalışırım. Çünkü çocuklar duyulmak isterler. Bu yazıyı Albert Einstein’a atıfta bulunarak sonlandırmak istiyorum. Einstein, “sevginin, görev duygusundan daha iyi bir öğretmen olduğuna inanıyorum” der. Bir etkinliğin, öğrenme olabilmesi için, zevk içermesi gereklidir. İşte tam da bu yüzden, çocuk oyunda/oyunla öğrenir. Yeter ki fırsatlar verilsin. Kültürümüzde yeterli birikimimiz var. Dedelere, nenelere hatırlamak için ziyarette bulunmaya ne dersiniz? Ya da onları okullarınıza davet etmeye?
Kaynaklar
Aslıhan Burcu Öztürk (2018). Çocuk ve Oyun Hakkı. Ankara: Nika Yayınevi.
Bekir Onur (2019). Değişen Çağ Değişen Çocukluk. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
David Whitebread (2018) Play: the new renaissance, International Journal of Play, 7:3, 237-243, DOI: 10.1080/21594937.2018.1532952
Pasi Sahlberg (2015). Finnish Lessons. Teachers College Press, NY.
www.unicef.org.tr
[1] David Whitebread