Hakan Karahasan
hakan.karahasan@gmail.com
Şadan Karadeniz. Oyuncular ve Seyirciler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006, 63 sayfa.
Adına yaraşır bir kitap Oyuncular ve Seyirciler. Çünkü daha ilk andan itibaren sizi kendine çekmenin ‘bir yol’unu buluyor. Kitaba adını veren ilk deneme olan “Oyuncular ve Seyirciler”deki başlangıçla bunu kanıtlıyor yazar. Spor karşılaşmaları, tiyatrodaki oyuncu-seyirci ilişkisinden, gündelik hayattaki seyirci-oyuncu ilişkisine, oradan edebiyattaki bir örneğe kolayca akabilen, bunu yaparken de hayatın kendisinin ta başından bu yana bir oyuncu-seyirci ilişkisi üzerine kurulduğunu anlatıp, theatrum mundi eğretilemesine, son olarak da “... yaşamın bir anlamda, sürgit değişen roller oynayan oyuncu-seyircilerden oluştuğunu söyleyebilir miyiz?” (s. 11) sorusuyla, acaba ikinci deneme nasıl hissini uyandırmayı başaran hoş bir başlangıç ilk deneme.
İkinci deneme olan “Tren Tekerleklerindeki Bach”da ise, Bergman’dan başlayıp, kendi çocukluğuna giden, gidişle kalmayıp, biraz müzik, biraz edebiyat ve en sonunda tren tekerleklerinin takırtısındaki kaosun aslında kendi başına bir uyum olduğunu belirtiyor Karadeniz. “Şiir Okumak” adlı denemede, şiir okuma hallerinden bahsederken, bir bakıma şiirin diğer yazın türlerinden olan farkını da anlatıyor, deneyimli bir çevirmen olarak. Ona göre, “...şiir okumak mutlak bir sessizlik, mutlak bir yalnızlık gerektirir” (s. 18). Yazı ilerledikçe, Karadeniz’e hak vermiyor değil okur. Edip Cansever’i veya Borges’in o güzelim şiirlerini kalabalık bir halde okuduğunuzu varsayın. Kaç tanemiz “anlayabilir” veya “tadını alabilir” ki şiirlerin? Neden şiir yalnız bir okuma gerektirir sorusuna verdiği yanıtta şöyle diyor Karadeniz: “... bir şiir ancak tam olarak algılandığında, ona kendi şiirimizi de kattığımızda oluşur, varolur, her okuyuşta yeniden varolur” (s. 20).
“Raflarda Duran Kitaplar,” uzun yıllardır, naçizane de olsa bir okur olan kendimi acımasızca eleştirdiğimi “anlamama” yol açan; kimbilir, belki de, birçok kişinin bazı zamanlar ‘acaba bende bir gariplik mi var?’ sorusunu sormamın son derece doğal bir durum olduğunu anlatan bir yazı. Yazara göre okur dediğimiz kişi(ler), oldum olası “yeni çıkan kitapların” peşine düşer durur, tozlu raflarda bir sürü kitap durmasına rağmen. Gerçekten de, kaç tanemiz aldığımız kitapların hepsini bitiriyoruz ki? Öyle ya da böyle, her okur, bir biçimde, peşine düştüğü “yeni”nin büyüsüne kaptırabiliyor kendisini. Ve bu kendisini kaptırma, günün sonunda öyle bir hâl alabiliyor ki, ne kadar iyi olursa olsun, bazı kitapların tozlu raflarda unutulması mümkün olabilmekte. Başka bir deyişle, bir kısım kitap(lar), raflarda tozlanıp, unutulabiliyor zamanla. Yıllar geçer aradan hatırlanması için... Bazılarıysa tamamen unutulur!
Okurluk üzerine olan denemelerden bir diğeri, “Kitaplar Ne Zaman Bizim Olur” adını taşıyor. Kitap dediğimiz nesneyi parasını verip satın almak, bizi ne kadar o ürünün sahibi yapıyor/yapabiliyor? İlk bakışta, belki de cevabı son derece basit olan bu soru, üzerine biraz düşününce daha karmaşık bir hâl alabiliyor: neticede, içinde barındırdığı bilgi veya herneyse, “başkası” tarafından “yazılan” bir ürün var. Belli bir para karşılığında onu almamız, bizi kitabın sahibi yapar mı? Yoksa, olsa olsa, sahibi olduğumuz (olduğumuzu sandığımız) kitabın maddi hâlinden başka birşey değil. Peki ya kitabın içinde var olan bilgi? Kitabı madden almakla, içindeki bilgiyi ne oranda satın alıyoruz? Daha doğrusu, satın alabiliyor muyuz? Eğer öyleyse, yani kitabı satın alıp okumak kitaba sahip olmamız için yeterliyse, kitabı okuyup ondan “hiçbirşey anlamayan” birisine ne demeli? Kitaba sahip midir okur, yoksa değil mi? Peki, diyelim ki kitaba sahip oldu okur, o kitabı kaç kez okumalıdır sizce? Giorgio Manganelli’nin “Bir yazın uygarlığı okumalardan oluşmaz, yeniden okumalardan oluşur; belki de, yalın bir biçimde söylersek, uygarlık budur” (s. 30) sözünden yola çıkarak, bir kitabı bir defa okumanın aslında “tam” bir okuma sayılamayacağını, eğer “gerçek okuma”dan bahsedeceksek, Manganelli’nin de deyişiyle, bir kitabı “uygun” ortamlarda, birden fazla okumanın, o kitabı anlama ve kitaptan haz almayı kat be kat artırdığı görüşünde Karadeniz.
Yaşamın gizemi diye birşey, varsa eğer, emin olun, bazen bir şarkıya ya da bir sözcüğe indirgenebilir sanki... Bu konu, “Bjeljogorsche ya da Yaşamın Tek Sözcüğe İndirgenebilirliği”nin konusunu oluşturuyor. Ne kadar zor veya umutsuzlukla söyenirse söylensin, bazen tek bir sözcük yetebiliyor yaşamı anlatmak için, tıpkı Heinrich Böll’ün Âdemoğlu Neredeydin kitabında, neredeyse bilincini yitirmiş yüzbaşı Bauer karakterinin “bjeljogorsche” sözcüğünü sürekli yinelemesi gibi. Kimbilir? Belki de adına hayat dediğimiz o şeyin gizemi hiçbir “anlamlı” sözcük tarafından ifade edilemeyecek. Ne olduğu kolay kolay anlaşılamayan, hatta “anlamsız” addedilen bir sözcük, belki de yaşamı tek bir kelimeye indirgeyebilecek durumda.. Tam bu noktada, tragedya ve gerçek hayat üzerine bir denemeyle devam ediyoruz yolculuğumuza. “Tragedya ve Tüm Gerçek” adlı yazıda, tragedyalarda insanların “sıradan” davranışlarının tragedyalarda olmadığı, ancak bunun Homeros’un İlyada ve Odysseia’sındaysa tam tersi olduğu anlatılarak, tragedya ve Homeros destanları arasındaki farklar anlatılıyor. Bir düşünün: hangi seyirci, bir tragedya kahramanını tuvalete giderken ya da sevişirken düşünmüştür ki? Fakat Homeros’un Odysseia’sında ne olursa olsun, Odysseus’un herşeye rağmen bir insan olduğu anlatılmaktadır –her ne kadar bir kahraman olsa da, hepimiz gibi zaafları olan birisidir Odysseus. Tabii bu tartışmanın, Aldous Huxley’in “Tragedya ve Tüm Gerçek” adlı denemesinin bir yeniden okunması olduğunu ta ilk başta söyleyerek başlıyor denemeye Karadeniz.
İster fiziksel olarak, isterse de psikolojik sebeplerle olsun, kaçmak teması ve bunun üzerine kısa bir deneme olan “Yolculuklar”ı, “dünya bir tiyatro sahnesidir” anlayışı ve Shakespeare’den verdiği örneklerle anlattığı “Theatrum Mundi” ile noktalıyor kitabını Karadeniz. Geride, okuyucnun tadında güzel bir kahveye eşlik eden bir okuma hazzı ile birlikte. Kısaca söylemek gerekirse; “Oyuncular ve Seyirciler” duru Türkçesi ve derin konuları son derece anlaşılır bir şekilde ele alması dışında, deneme türünün güzel örneklerinden.