Efsaneye göre Tanrı insanlara dünyayı paylaştırırken kibar ve başkalarını gözeten Özbek, komşularına yer gösterir, önden buyurun der. En son o Tanrı’nın yanına vardığında Tanrı: “Evladım nerede kaldın. Ben her şeyi paylaştırdım der. Özbek de: “Efendimiz siz bana merhametli ve gönül zengini olmayı öğrettiniz o yüzden yerimi başkalarına verdim” diye cevap verir. O zaman Tanrı da Özbek’in yüce gönüllülüğünden etkilenip ona kendisi için ayırdığı iki büyük nehir arasındaki cennet gibi kısmı verir.
İtiraf etmek gerekirse bir Yazar Konukluğu Programı için Özbekistan’a gitmeden önce çelişkili duygular taşıyordum ülke için. İlki, Pantürkist çağrışımlarla dolu, özellikle edebiyat alanında düşük ve ucuz taltiflerin bulunduğu bir ülke imajıydı. Diğeri ise çok özel nedenden bir merak ve sevgi. Babam Savaş gazetesini çıkarırken Sovyetler ’den matbaa makineleri ithal etmişti 60’lı yılların sonunda. Her yıl bize poster boyunda takvimler gelirdi matbaanın alındığı şirketten. İşte o takvimlerdeki muhteşem manzaralardı beni Orta Asya’ya aşık eden. Bir gün oralara gitme hayali kurardım.
Davet bir uluslararası şair ağında, POP (Poets of the Planet)’te tanıştığım şair Azam Abidov’dan geldi. Azam devletten ya da herhangi bir kurumdan tek kuruş yardım almadan kendi olanaklarıyla ve arkadaşlarının desteğiyle düzenliyordu bu programı. Evlerde misafir edilecek ve iki hafta boyunca okullar ve kültür merkezlerinde çeşitli etkinliklere katılacaktık. Ünlü Özbek konukseverliği bu programın omurgasıydı. Sevinç içinde kabul ettim daveti ve 5 kıtadan15 şair Ekim ayının sonunda bir Taşkent sonbaharında buluştuk.
Anlatılması çok zor bir deneyim şu an yazmaya çalıştığım. Sanki bir zaman makinesinde çocukluktaki masumiyet günlerine taşınmak gibi. İç bahçeleri olan geniş ailelere ait evlerde konukluk, upuzun ziyafet sofraları, armağanlar, gösteriler, danslar… Hem kendi aramızda hem de okullar ve başka kamusal alanlarda şiire dair paylaşımlar. Hiç aksamayan, özen ve sevgiyle akan, her katılımcıyı kucaklayan iki haftalık bir program.
Taşkent’te Jadid (Yenilikçi) diye adlandırılan ve Stalin döneminde topluca katledilen şair, yazar ve aydınların heykellerinin bulunduğu parka gidip ilk okumamızı yapıyoruz. Ertesi gün de her biri bir temayla hazırlanmış, sergi salonlarını andıran metroları dolaşarak heykelini görüp kısaca hikayesini dinlediğimiz ilk Özbek romanın yazarı Abdulla Kadiri’nin evine gidiyoruz. Bizim için Kadiri’nin torunu tarafından harika bir parti hazırlanmış. Yazarın “ Geçmiş Günler” romanından küçük bir skeç canlandıran iki Özbek kız ve ünlü müzisyenlerden geleneksel çalgılarla harika müzikler ve tabii ki buna eşlik eden danslar. Bütün bunlar bir ziyafet sofrasında gerçekleşiyor. Daha sonraki bütün etkinliklerde devam eden bir motif bu.
Her okul ya da kültür merkezinde kapıda hediyelerle karşılanıp ziyafet sofrasına oturtuluyor ve bizim için hazırlanan programları izliyoruz. Her ziyaret bir neşeyle bitiyor çünkü hep birlikte dansa kaldırılıyoruz. Kimi zaman bize hediye edilip üstümüze giydirilen kostümlerle. Sunucu teatral bir tonla okulun müdür yardımcısını çağırıyor. Biz sıkıcı bir konuşma beklerken kadın müdür yardımcısı ağır makyaj ve geleneksel kostümler içinde sahneye dans ederek çıkıyor. Sonrasında her bir yönetici ve öğretmenin, her dönemden öğrencilerin sergilediği, danslar, şarkılar, şiirler…
Ev sahibimiz Azam’ın ailesinin bulunduğu, çocukluk şehri Namangam’daki sınıflarda büyük ilgi görüyoruz. Her yer ve öğrenciler pırıl pırıl. Hediyeler, ikramlar, öğrencilerle, öğretmenlerle çektirilen selfiler… Birer masumiyet karnavalı her biri. Bizim için uzun süreli ve özenli hazırlıklar yapıldığı besbelli. Geleneksel kıyafetler, Özbek ekmeği, güleryüz ve değerli armağanlarla kapılarda karşılanıyoruz öncelikle.
Ülkede politik durum berbat. En ufak bir muhalefete olanak verilmiyor. İlk dönemde reformlarıyla taktir toplayan Mirziyoyev sonradan Anayasa’yı değiştirip kendisine ölene kadar başkanlık imkânı sağlıyor. Kilit pozisyonlara ailesinden bireyleri yerleştiriyor. Gidişimizin ikinci günü parlamento seçimleri vardı ama gruptan pek çok kişi bunu fark etmemiş bile. Gitmeden okumasam ben de farkında olmazdım. Ev sahiplerimiz sonuçlarla ilgilenmediler. Hani sabaha kadar heyecanla oturulur, sandık sonuçları filan beklenir ya onu bırakın ertesi gün bile kim kazandı diye bakmadılar. Ailesinin bulunduğu Namangam’da geçirdiğimiz 5 gün sonrası, dönüş yolunda Azam ile ülkenin durumu hakkında uzun bir sohbet imkânı buldum.
Azam bugüne kadar tanıdığım en mütevazi şair diyebilirim. Program boyunca hep geri planda durdu. Bu kadar büyük bir iş başarmasına rağmen tevazuyu elden bırakmadı. Ülkesi için edebiyat için yapmak istediklerini anlatırken gözyaşlarına boğulup hepimizi duygulandırdı.
Sovyetlerin dağılmasının ardından ülke bir süre bocalamış. Sovyet dönemi ideolojik baskılara rağmen eğitim, kültür ve sağlık alanlarında çok başarılıydı bilindiği gibi. Azam’ın içini acıtan Özbekistan’ın böylesine görünmez, adı bilinmeyen bir ülke oluşu. Kültür sanat alanı devlet olanaklarıyla kendilerine yol açan şaklabanlarla dolu. Liyakatin bulunmadığı, gerçek değerlerin ortaya çıkamadığı bir ülke Özbekistan.
Pantürkist hayallerin ise burada karşılığı yok. Özbekler İstanbul’u, Türk dizilerini, Türkçe’yi seviyorlar hepsi bu. Müslüman ve gelenekseller ama politik bir kimlik değil bu. Gençler en çok da Kore ve Japonya’da okumak istiyorlar. İngilizce ve Rusçanın yansıra Korece ve Japonca dersler var okullarda.
Kadınlar bir yandan her yerde aktifler diğer yandan da tartışmasız ve derin ikinci cinsler. Namangam’a vardığımızda bizi karşılayan öğrenciler arasında kızların neden olmadığını öğretmenlerine sorduğumda. “Buralar oldukça tutucu. Ailelerin çoğunluğu saat 5’ten sonra kız çocuklarının dışarıya çıkmasına izin vermiyorlar” cevabını aldım. Gelenek içinde gösterilen kadın rollerinde gün doğmadan kalkıp ev işlerini yapan, beşik sağlayan kadınlar, konuklara törensel saygı gösterisinde bulunan gelinler vardı. Ziyaret ettiğimiz, yalnızca kadın işçiler ve erkek yöneticilerin bulunduğu tekstil fabrikasında kadın ve erkek şairler olarak ayrıldık ve erkekler CEO ile toplantı yaparken bizler kadın işçilerin gösterisini izledik. Kadın gücünü kutsayıp ortamı feminist bir platforma dönüştürdük tabii ki. Fabrika’nın güzel bir kütüphanesi var. Bu arada Özbekistan’da en çok okunan kitap Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’suymuş. Çok anlaşılır bir durum. Çocukluk yıllarımdaki gibi.
Arkeolojik yerleşim alanı Akhsikath’ta rehber:” Şehrin çok yakınında bir su kaynağı olmasına rağmen su boruları neden uzak bir kaynaktan getirildi?” diye sordu. Aklıma hemen güvenlik geldi. Öyleymiş. Bu bir sırmış. Şehri kuşatıp yaşam kaynaklarını kesen düşman neden teslim olmadıklarına şaşıp kalmış. Oysa su borularla uzak bir kaynaktan taşınıyormuş. Bu sırrı düşmana kim söylemiş dersiniz? Tabii ki kadınlar. Truva savaşı da zaten Helen yüzünden çıkmıştı değil mi?
Ziyaretin doruğu kuşkusuz ki Semerkant’tı. Harika bir binada atölyesini de ziyaret ettiğimiz ressam Ahmad Umarov’un evinde ağırlandık. Dört şair kadın tablolarla çevrili devasa bir odaya serili yer yataklarında uyuduk. Kaderde Registan meydanında şiir okumak da varmış. Akşam ise bir kamp ateş çevresinde hem şiirlerimizi okuduk hem de pek çok genç yeteneğin müziğini, dansını izledik. Hemen hemen herkesin bir müzik aleti çaldığı ya da sergileyecek başka bir yeteneğinin bulunduğu bir ülke burası.
Şehir bizi büyüledi. İpek yolunda, Semerkant’ta bir sonbahar. Bir kez de İlkbahar’da gitme planım var bütün renkleri ruhuma doldurmak için.
Ana ev sahibimiz Azam’ın Taşkent’teki, herkesi kucaklayan evindeki son akşam yemeğimiz duygu doluydu. Azam’ın bizi ağırlamak için seferber olan güzel eşi Nadira ve üç oğlu insanın içini ısıtan insanlar. Azam ve ortanca oğul Abdul Raşit piyano başına geçtiler. Yaratılan sevgi ve saygı ortamının etkisi olmalı, beş kıtadan 15 şair hiçbir sorun yaşamadan birbirimize alan açıp şiirlerimizi ve ülkelerimize dair anekdotları paylaşarak sorunsuz tamamladık programı. Şairlerin dünyaya yayılmış özel bir aile olduğu doğru.