Özeleştiri zamanı...

Asım Akansoy

Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Sn Hamit Bakırcı’nın 26 Eylül tarihli Kıbrıs Postası gazetesine yaptığı açıklama, “Büyük İtiraf” olarak manşete çekildi. Aynı gün Sn.Arabacıoğlu’nun “sistem çöktü ben yokum” yaklaşımı ile Eğitim Bakanlığı görevinden ayrılması da aslına bakılırsa aynı paralelde bir siyasi yoruma işaret etmekteydi.

Bir yılını doldurmuş olan CTP-BG / DP-UG hükümetinin ve bağlı partilerin, gerek genel seçimler döneminde gerekse hükümet programında ortaya koyduğu temel yaklaşım, ülkedeki sürdürülemez yapının dönüşümü üzerine kurgulanmıştı.

KKTC’deki çarpık yapılanmanın, sürdürülebilir ekonomik, sosyal ve siyasal hamlelerle yeniden yapılandırılması ana hedefti. Hatta hükümeti reform hükümeti olarak adlandırmak, her alanda Kıbrıslı Türklerin kendine yeten bir düzene kavuşacağı iddiası üzerinden topluma vaadlerde bulunmak, programlar sunmak ve sözler verilmek suretiyle bugünlere gelindi.

Hatta sürdürülebilir bir ekonomik ve sosyal modelin, Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yöneteceği bir siyasal düzene denk düştüğünü, dolayısıyla hükümet icraatlarının toplum paydaşların doğrudan katılımı ile açık ve şeffaf olarak hayata geçirileceğini sürekli gündemde tuttuk.

Kıbrıs sorunu ve bu sorundan kaynaklanan anomaliler, ülkedeki bölünmüşlük, ambargoların varlığı ve çok yönlü ağırlığı, ateşkes ortamı, ve bu ortamın beslediği vesayet rejimi büyük resim içinde çok fazla kendine yer bulamadı. Belki de çözümsüzlüğün varlığının, yeni KKTC iddiasını gölgeleyeceği iddiasıyla, varolan gerçeklik uçurumu yok sayılarak yeni bir döneme kapı açılmak istendi. Çünkü yeni KKTC söylemini ortaya koyanlar için ambargo sanal bir durumdu, böyle birşey yoktu. Hatta Mersin kapısı da bize sonuna kadar açıktı. Geriye kalan tek konu bizlerin ne ölçüde iş bilip bilmediğimiz, suyun akışına kendimizi kaptırıp kaptırmayacağımızdı. Bu sürede büyük resminde “çözüm” siyaseti ikincil kılındı. Ve aslında herkesin (Eroğlu, UBP, DP vd) çözüm istediğine dair sahte bir çözüm algısı hegemonyası topluma sürekli aşılandı. Hem çözümün özü boşaltılıp Sn.Eroğlu’na indirgendi hem de günlük siyasi icraatlarda, siyasi söylemde, eleştirel dilde barış amacından uzaklaşıldı. Güven artırıcı önlemler konusunda, toplumlararası ilişkilerde  resmi dilin soğuk bakışı ve hakimiyeti, barış diline galip geldi bu dönemde.

Dönem, çözümde zaten işimize yarar aldatmacaları ile evimizin önünü temizleme dönemi oldu ve toplumsal algı bu yönde şekillendirildi.

Hedef netti: sürdürülebilir ekonomik düzen. Ekonomiye yapılan aşırı vurgu, sorunların temeline inerken sadece ekonomik gelişmeyi sağlayıcı düzenlemelere olan ihtiyacın vurgulanması, tüm sosyal düzensizlikleri ve ada gerçeğini perdeledi. Çünkü normalleştirilemeyecek kadar anormal olan ülke gerçeği yok sayıldı. Kitabi laflar toplumsal gerçeğin önüne geçirilmeye çalışıldı.

Aslında Kıbrıslı Türk varlığını gözeterek, toplumsal gelişmeyi, bütünlüğü, kimliği dikkate alarak, toplumun sosyal karakterinden ödün vermeyerek, emekçinin, mağdurların hakları gözeterek, iş çevrelerinin gelişmesini ve olası dış yatırımlarda pay sahibi olmasını sağlayarak federal Kıbrıs hedefine yönelecek programlı bir ekonomik gelişme düzenine ülkemizde kimsenin karşı çıkmayacağı çok temel bir gerçektir.

Nasılsa demiştik ya, saldırı tüm toplumadır, kavga da bütünlüklü olacaktı. Bunu dedik!

Saldırı kimden gelirse gelsin toplumsal yapımızı yani karakterimizi, değerlerimizi, kimliğimizi, özgüvenimizi, geleceğe dair hedeflerimizi yani toplumsal varlığımızı sarsacak her türlü adıma karşı durmak sağ sol farketmeden her Kıbrıslı Türk yurtseverin ödevi olduğu bilinçlerde yer etmiştir.

Nereden gelirse gelsin her türlü hakimiyetçi anlayışa, entegrasyon ve asimilasyona direnme siyaseti, toplumsal varlığın temel direğini oluşturmuyor mu?

Yarım yüzyıldır, gerek Türkiye hükümetlerinin yönlendirme ve baskıları ile gerekse UBP hükümetlerinin ve Denktaş hegemonyasının yarattığı tahribatla oluşan çarpık yapılanmanın oluşturduğu statüko dediğimiz ucubeyi sadece ekonomik öngörülerle yıkamayacağımız ortada iken, inatla buna sarılmak, sosyal programlardan uzaklaşmak, sosyal adaletsizliği, eşitsizliği, sosyal değerleri, federalizmin toplumsal varlığımız için neden önemli olduğunu göz ardı etmek, telafisi kolay olmayacak hasarlara yol açabilir.

Gün, muhasebe günüdür. Hata varsa düzeltilir, yanlış yapıldıysa program yeniden yazılır. Ama sürdürülemez bir durumu kozmetik değişikliklerle ileri taşımak mümkün değildir.

*  *  *  *

Yaptığı açıklamada Sn. Bakırcı’ya Türkiye’nin, “siz bu su işi yapamazsınız..” dediği, Sn. Bakırcı’nın da evet yapamayız diye cevap verdiğini okuduk. Bir yıldır Bakanlık yapan Sn Bakırcı’nın bu sürede gerekli önlemleri almamış olması, gelecek suyun yönetimi ile ilgili hazırlıklarını tamamlamamış olması kabul edilebilir mi?  Sn.Arabacıoğlu “sistem çöktü” istifa ediyorum dediğinde, “biraz dinlensin de gelsin...” açıklamasını nereye yazmak lazım? Sistem çöktü söylemi ile statükoyu tarif etmek, toplumla dalga geçmek değil mi?

Neden gerekli denetim yapılmadı, önlem zamanında alınmadı ? Yoksa yumurta kapıya dayandığında bu denetimi yapması ve hazırlığı tamamlaması konusunda etkin rol üstlenmesi gerekenler, bekleyerek ve var olan durumu gerekçe göstererek “özelleştirmenin” ve suyun akışına gitmenin yolunu mu hazırladılar ? 

Görevini yapmayan bir Bakanın hemen görevden alınması duruş, kararlılık ve ne istediğini bilmeyi gerektirir. Hepsi bu.

Siyaset niyetle yapılmaz, gerçekler üzerinden programla yapılır. Gerçeklerin tahrifi ise, projenin baştan yanlış olmasını getirir.