Ahmet Zaifer
ahmet_zaifer@yahoo.com
Özelleştirme son otuz yıldır yaşanan neoliberal dönüşümlerin tam merkezinde yer alan bir ekonomi politikasıdır. İngiltere ve Şili’de başlayan özelleştirme uygulamaları günümüzde hemen hemen bütün ülkelere ve sektörlere yayılmıştır. Son dönemde hapishaneler bile özelleştirme gündemine alınmıştır. Rakamlara biraz bakacak olursak 2012’den 2015’e kadar geçen dört yıllık süreçte dünya genelinde 812 milyon dolar değerinde özelleştirme yapıldığını görürüz. Söz konusu dört yılda elde edilen özelleştirme geliri, kendinden önceki ve aynı uzunluktaki bütün dönemleri geride bırakmıştır. Bu durum büyük ve ciddi bir özelleştirme dalgası altında olduğumuzu gösterir. Son dönemde en çok özelleştirme yapan ülkeler sırasıyla: Çin, Büyük Britanya, Avustralya, Türkiye, Hindistan, Pakistan ve Japonya’dır. Bu özelleştirme furyasından Kıbrıs adasının hem kuzeyi hem de güneyi son yıllarda nasibini oldukça almıştır.
Özelleştirme üç şekilde tanımlanabilir. En dar anlamıyla özelleştirme kamu iktisadi teşebbüslerinin ve kamu hizmetlerinin mülkiyetinin özel sektöre satışı veya devridir. Dünya genelinde birçok demiryolu hizmeti, sanayi tesisleri ve havayolu şirketleri bu yöntemle özelleştirilmiştir. Yakın coğrafyamızda yer alan Türkiye’ye bakacak olursak bunun birçok örneğini görebiliriz. Bunlardan bazıları Türkiye Petrol Rafinerileri (Tüpraş), Ereğli Demir Çelik (Erdemir), Türk Telekom ve Petkim Petrokimya Holding özelleştirmeleridir.
İkinci ve biraz daha geniş tanımıyla özelleştirme, kamu varlıklarının operasyonel ve yönetimsel fonksiyonlarının özel şirketlere devredilmesidir. Altyapı ve ekipman mülkiyeti devlet-kamuda kalırken, yönetimsel fonksiyonlar yani kontrol mekanizması özel şirkete devredilir veya özel şirketlerle paylaşılır. Bu tarz özelleştirmeler en çok su, sağlık ve elektrik gibi temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinde kullanılır. Özel sektörle paylaşılan yönetimsel fonksiyonlardan bazıları şunlardır: saat okuma, faturalandırma ve personel yönetimi. Son dönemde sıklıkla duyduğumuz ‘özel sektör katılımı’ ve ‘kamu-özel ortaklığı’ gibi yöntemler özelleştirmenin bu ikinci kavramı altında değerlendirilebilir.
Kamu-özel ortaklıklarının (KÖO) temel mantığı özel sektör yatırımlarını kamu finansmanının alternatifi olarak sunmaktır. Böylece artan hükümet borçluluğu üzerinden sürdürülen kamu finansmanına olan ihtiyaç azalacaktır. Fakat KÖO’ların en temel sorunu, iyi zamanlarda bile devlet borçlanmasından daha pahalı ve çelişkili bir sermaye finansman tarzı olmalarıdır. Bunun sebeplerine kısaca değinmeye çalışacağım. (1) Birçok KÖO uygulamasında devlet, özel sektörün yatırım için aldığı borçlarına garantiler sağlar. Fakat sağlanan bu garantiler temel mantığa zarar verir; özel finansman devlet borcuna dönüşür. (2) Hükümetler KÖO’lara katılan özel sektör temsilcilerine örtük veya açık garantiler (örneğin 20-30 yıllık alım garantisi) sağlayarak bunların özelleştirmeden elde edecekleri kazançları alttan desteklerler. (3) Sözleşmeden doğan haklar KÖO’ları politika değişikliklerine karşı dokunulmaz duruma getirir. Böylece genel kamu harcamalarında yaşanacak herhangi bir kesinti orantısız olarak doğrudan kamu çalışanları tarafından (özelleştirilmemiş KIT çalışanları, devlet personeli gibi) sağlanan hizmetlerin üzerine düşer. Ama KÖO’lara dokunulmaz. (4) KÖO sözleşmeleri özel sektör katılımcılarını demokrasinin sonuçlarına karşı bile açıkça koruyabilir. Standart hale gelen sözleşmelerin neredeyse %70’inin içeriği tamamen aynıdır. Bu durum şirket hukukçularının uzmanlık birikimini gözler önüne serer. Öte yandan şirket hukukçuları ile müzakereler yapan kamu yetkililerinin bu tarz uzmanlıkları ya çok azdır ya da hiç yoktur.(i)
Üçüncü ve en genel anlamıyla özelleştirme, piyasa mantığının ve özel sektör çalışma ilkelerinin henüz resmi olarak özelleştirilmeyen (veya herhangi bir özel sektör katılımı olmayan) kamu teşebbüsleri tarafından içselleştirilmesidir. Bu durum ticarileştirme olarak da bilinir. İlk iki tanımda özel sektörün direkt katılımı (mülkiyet üzerinde) ve kontrolü varken, bu üçüncü tanımda direkt özel sektör katılımı yoktur. Burada kamu hizmetleri özel sektör veya piyasa ilkeleri çerçevesinde idare edilmeye başlanır. Bu piyasa ilkelerinden bazıları kar maksimizasyonu, rekabetçi fiyatlandırma, maliyet-kar analizidir. Hepimizin bildiği Ziraat Bankası ve Halk Bankası gibi kamu bankaları özelleştirmenin bu üçüncü tanımının yani ticarileştirmenin tipik örnekleridir. Bu bankaların mülkiyeti devlete aitken ve yönetim kurulları devlet görevlilerinden oluşurken, davranışları diğer özel sektör bankalarından (örneğin Garanti Bankası, Akbank) hiçbir farklılık göstermemektedir.
Ülkemizdeki Elektrik Kurumu’nun bazı kar odaklı davranışları da maalesef ticarileştirme yönünde ibareler vermektedir. Kamu kuruluşları ticarileştirme tuzağından, kamu çalışanlarının ve kamu hizmeti kullanıcılarının çıkarları odağında hareket ederek ve eşitlik-sosyal vatandaşlık ilkelerini savunarak kurtulabilirler. Kamu kuruluşları, özel teşebbüslerden farklı olarak, sundukları hizmetin kullanım değerini değişim değerinin üzerinde tutmak zorundadırlar. Bu sebeple düşük gelir gruplarından gelen binlerce insanın hizmetlere olan erişimi teknik gerekçeler (mesela önceden ödeme sistemi) ve önemsiz borçlar nedeniyle kesilmemelidir.
Yukarıda özelleştirmenin kavramsal ve düşünsel çerçevesini üretmeye çalıştık. Bu kavramsal çerçeveden hareket ederek, son dönemde sıklıkla dile getirilen kamu-özel ortaklıklarının ve kar odaklı hareket eden kamu şirketlerinin aslında özelleştirmenin alternatifi olamayacağını söyleyebiliriz. Özelleştirmeye karşı esaslı alternatifi de şu şekilde özetleyebiliriz: (1) özel sektöre direkt olarak mülkiyet ve kontrol bağı olmayan ve onun etkisinden mümkün olduğunca uzakta duran, (2) operasyonlarında ve davranışlarında kar odaklı hareket etmeyen, (3) mümkün olduğunca çalışanlarının ve hizmeti kullananların şirket yönetimine demokratik katılımının önünü açmaya çalışan, ve (4) temel amacı eşitlik ve sosyal-toplumsal kalkınma olan kamu kuruluşları inşa etmektir.
-----------------------------
(i) Kamu-özel ortaklıkları hakkındaki argümanlar Ben Fine ve David Hall’ın (2012) ‘Terrains of neoliberalism: Constraints and opportunities for alternative models of service delivery’ başlıklı çalışmasından alınmıştır.