Deniz Düzgün
denzduzgun@hotmail.com
Sürekli hayatını anlamlandırma telaşıyla uğraşıp didinen ve bunu yaparken de kendisi için en iyi olanı bulmayı asli sorumluluğu gören varlık "insandır". Kendine bu denli önemli bir misyon edinmiş varlığın, parçası olduğu olaylar da incelenmeye değer kabul edilmektedir. Hatta biraz daha cüretkâr davranıp; insanın daha anlaşılır olması adına olayların incelenmesinin kaçınılmaz olduğunu dahi söyleyebilirim.
İlk feminizm okumaya başladığım zamanlarda kalın puntolarla yazılmış olan “Özel Olan Politiktir” cümlesi beni hep düşündürüyordu. Bir şey nasıl oluyordu da hem özel hem de politik olabiliyordu. Aslında, kafamdaki bu ikilemin cevabı çok basit olmalıydı, ne de olsa özel olan özelde yaşanmaktaydı ve bunun politik olması da neredeyse imkânsızdı. İşte, bu ve benzeri düşünceler ışığında kendi hayatımı sorguluyor, başka hayatları gözlemliyor ve zaman içerisinde yanıldığımı hissediyordum. Bu kadar basit olmadığını, olamayacağını düşünüyordum. Kamusal alanda yaşanan olaylar ile kişinin hanesinin içinde yaşadıklarının tamamen bağlantılı olduğu ve hatta hepsinin bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğu sonucuna varıyordum. Şimdi ise haykırarak söylüyorum ki "özel olan her zaman politiktir ve politik olacaktır".
Ev içerisinde olan, aslında, ne kadar da ev içerisinde yaşanmış gibi görünse de kadının toplumdaki yerini tekrar tekrar sorgulamamıza neden olmaktadır. Bir ev içerisinde kadına biçilen rolü göz önünde bulunduracak olursak; kadının, evden sorumlu olan kişi olarak benimsendiği/görüldüğü bir gerçektir. Bu, ataerkil toplum yapısının dayatmış veya yaratmış olduğu bir algıdır. Kadın, ataerkil zihniyetin kendisine biçmiş olduğu rol(ler) çerçevesinde hareket ederken, erkek ise işine daha fazla önem veren veya kendine daha çok zaman ayıran bir rolde karşımıza çıkmaktadır. İşte, aşağıdaki olay da tam da bu zihniyetin bir kurgusudur:
“Nil, işinde başaralı, evli ve bir çocuğu olan bir kadındır. Her sabah yüzündeki tebessümünü de yanına alıp işine gitmektedir. Akşam olup da eve gitme vakti geldiğinde yüzündeki tebessümün yerini tatlı bir yorgunluk almaktadır. Nil için gece eve gitmek bir paydos değildir. Eve gidecektir, yemek pişirip çocuğunun ertesi güne yetişmesi gereken ödevlerine yardım edecektir, ona sabırla ders anlatıp ertesi günü düşünerek çocuğun ihtiyaçlarını sorgulayacaktır. Nil’in kocası eve gelir banyo yapar ve çok yorgun olduğunu söyleyip uykuya dalar.”
Psikolojik şiddet, günlük hayatta birçok insanın maruz kaldığı, bunun yanında da ataerkil zihniyet tarafından sistemli bir şekilde önemsizleştirilen/sıradanlaştırılan bir konudur. Duygu Asena “Kahramanlar Hep Erkek” isimli kitabında kadınların eşleri ile aralarında geçen gerçek hikâyelere yer vererek, yaşanan psikolojik şiddeti bir kadının gözüyle şöyle anlatır:
“Candan evinde hapsolduğunu hissetmektedir. Her gün aynı monotonluktan her gün aynı televizyon programları, aynı saatte çocukları okuldan alıp dershaneye bırakmak, dershaneden eve getirmek onu çok bunaltmıştı. Elif’le yakın arkadaşlıkları vardı ve Elif de Candan’ın hayatına benzer bir hayat yaşadığından Candan’ı anlıyordu. Elif ve Candan birlikte monotonluktan sıyrılmak için gece eğlenceye gitme kararı alırlar. Elif’in kocası bir üniversitede öğretim görevlisidir ve ayda bir de olsa mutlaka iş arkadaşlarıyla dışarıya çıkmaya özen gösterir ve bunun için ‘Ayda bir çıkıyorum bunda ne gibi bir problem olabilir ki’ gibi bir düşünceye sahiptir. Elif’in kocası eve gelir ve günün ne kadar yorgun geçtiğini, yiyecek bir şey olup olmadığını sorar. Candan ise Elif’le olan eğlence fikrini kocası ile paylaşır. Aslında onun sadece istediği paylaşmaktır ama aldığı tepki karşısında heyecanı anlamsızlaşır. ‘Olacak şey değil bu, sen bir kadınsın, üstelik bir annesin gece geç saate çocuğu bırakıp nasıl gitmeyi düşünürsün, herkes ne der, gece çok geç olur nasıl geri döneceksiniz?’ gibi sorularla karşılaşır. Belki de Candan’ı en çok şaşırtan kocası ne zaman dışarı çıkacağını söylese Candan bu soruları kendi kendine sırtlayıp ve ona sadece iyi eğlenceler demektedir”.
Bu gibi örnekler çoğu kadının hemen hemen her gün maruz kaldığı şiddet sunar. Bahsi geçen aktarımlar ataerkil toplum yapısının biçmiş olduğu rolleri sorgulamaya açık hale getirmekte, yaşanan olay ve olguları feminist eleştiri aracılığı ile yeniden adlandırma/tanımlama gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Sıradan kabul gören şeyler; kadının, şefkatli veya duygusal olması ya da daha naif bir duruşa sahip olması gerektiği gibi algılar, erkek hegemonyası altında gerçekleşen reflektif şiddet anlayışı neticesinde doğallaştırılmaktadır. Feminist eleştiri de bu noktada sıradanlaştırılan veya doğallaştırılan anlayışları/algıları yeniden tanımlamakta ve sistematik erkek şiddetini görünür kılmayı kendine misyon edinmektedir.
Yukarıdaki hikâyelerden de anlaşılabileceği üzere, özel alanda olup biten her konu salt kendi içerisinde değerlendirilmesi yerine kamusal alana çekilip politik bir mücadeleye dönüştürülmesi kaçınılmazdır. İşte bu nedenledir ki, yaşanmış hikâyeleri sadece özel içerisinde değerlendirmek resmin bütününü göz ardı etmek demektir. Yürütülecek politik mücadele, kamu-özel ayrımını ortadan kaldıran ve her bir hikâyenin; bütünün ayrıl(a)maz bir parçası olduğu bilincine katkı sağlayacak nitelikte olmalıdır.
Feminizm, bireysel yaşantıların dönüşebilmesi için kadınların yaşadıklarını yüksek sesle dile getirirken birçok hikâyenin ortak paydası olan sistematik erkek şiddetine de dikkat çekmek adına “kişisel” hikâyelere önem vermektedir. Aktif yaşam içerisinde kadını özerk bir özne konumuna getirecek değişim ve gelişimin zemini olan feminizm; sınıf sömürüsüne, her türlü cinsiyet ayrımına ve militarizme de tümden karşı çıkmaktadır. Bu çok yönlü mücadele sahası ise kaçınılmaz olarak feminizmi toplumsallık mertebesine ulaştıracaktır.
Her bir hikâye özünde farklı koşulları ve gerekçeleri tasvir etmesine rağmen toplumsal mücadelenin ayrılmaz birer parçalarıdır. Bu nedenledir ki, “farklı” hikâyeler bir araya gelerek kaçınılmaz olarak kadın dayanışması bilincini arttırmaktadır. İşte bu bilinçtir ki, iktidar ilişkisini sorgulayacak ve değişim ve dönüşüm mücadelesinde aktif rol alma iradesini sağlayacaktır. Kadınlar bu yolda hem kendi yaşamlarını sorgularken hem de bir başka hikâye aracılığı ile mücadele ruhuna erişme fırsatını yakalayacaktır. Bu mücadeleyi bir adım öteye taşıyacak ise yine bir başka hikâyeye eklemlenebilme becerisi olacaktır.
--------------------------------------
Duygu Asena, Kahramanlar Hep Erkek, Doğan Kitap, 2000.