Doğruydu, ilk kez olmuyordu. Özellikle Kıbrıs Sorunu’nda kritik aşamalara gelindiğinde ya da hükümet krizi yaşandığında veya seçim dönemlerinde bu tür ziyaretler hep yapılıyordu. Bu durumu Kıbrıslı Türklerin özgür iradelerine müdahale olarak kabul eden ve tepki gösterenlere ise, olayın failleri tarafından “bir müdahalenin söz konusu olmadığı, taraflar arasında yararlı görüş alışverişinde bulunulduğu” -yalandan, hele siyasette kimin başı ağrıyor ki- biçiminde yanıt veriliyordu. Bu sefer de öyle oldu. Bir yanda hükümet krizi, diğer yanda Cumhurbaşkanlığı seçimi olunca tarih tekerrür etti; Başbakan ve iki parti lideri davet üzerine Ankara’nın yolunu tuttu. Sonuç aynıydı, yaşanan gelişme karşısında siyasal-toplumsal geniş bir kesimden özgür irademize müdahale ediliyor çığlığı yükselirken, aynı anda alışıla geldiği üzere “müdahale yok, yararlı görüş alışveriş var” açıklaması da ajanslara düşüyordu. Belki bu seferki fark, afacan çocuğun yaptığı yaramazlığı affettirmek için “arkadaşım da aynı şeyi yaptı” demesi gibi, ziyarete katılan bir parti liderinin tepki gösterenlere, mealen, “niye yaygara koparıyorsunuz, sizin tayfanız da aynı şeyi yaptı” diyerek kendini ve faili olduğu eylemi güya ahlâki/siyasi aklama çabası için girmesiydi. Bir çocuk masumiyetinden çok öte anlam ve yükü olan ‘kötü örneği’, kendi haklılığı(!) için neden göstermesi tuhaflığıyla malul bu anlayış/davranış biçimi, benzer olayların tekraren yaşandıkları da göz önüne alınınca, ülkede elan hâkim olan siyasetin ve siyasetçi kimliğinin niteliğini göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Ancak sadece bu kadar değildi. Bu gelişmeler karşısında ‘özgür irade’ talep edenlerin, geçmişteki örnekler de hatırlandığında, genelde kıvılcım alevi misali yanıp sönen, daha çok kimlik fetişizmine sarılan ya da mağduriyet/kahramanlık edebiyatına sığınan, tepkisellikle sınırlı davranış biçimlerinin birey/toplum ölçeğinde de bir nitelik sorunun yaşandığının göstergesiydi. Hal böyle olunca kritik soru(n), Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle yeniden gündeme geleceği aşikâr olan ‘müdahale sürecinin’ nasıl gelişeceği ve asıl bunun karşısında ‘özgür irade’ talebinin siyasal/toplumsal/bireysel ölçekte nasıl tecelli edeceği, bir başka ifadeyle bilinen tekrarın yeniden mi yaşanacağı, yoksa niteliksel olarak gerçek karşılığını bulacağı bir aşamaya doğru evrilip evrilemeyeceğidir. Bu soruya yanıt vermeden önce, tahayyül gücünü harekete geçirmek, anlam ve düşünce ufkunu genişletmek adına çok daha yararlı olan başka bir alana geçmek, bir romancıdan ve romanından söz etmek istiyorum.
Thomas Mann’nın “ölümsüzlüğünden sizinki kadar emin olduğum bir başka yaşayan yazar yok” diyerek hayranlığını ifade ettiği Avusturyalı yazar Robert Musil (1880-1942) modern romanın kurucularından. Önceleri mühendislik (makine mühendisi) okudu, ardından da felsefe eğitimi aldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda bir dönem subaylık yaptı, mühendis olarak ‘Musil Renkli Çarkı’nı icat etti, sonra hepsini ve her şeyi bıraktı. Berlin’e yerleşerek sadece bir yazar olarak hayatını sürdürdü ve nihayet 1942’de İsviçre’de göçmenliğin sefaleti ve yoksulluğu içinde öldü. Bugün dünya klâsikleri arasında yer alan eseri ‘Niteliksiz Adam’ı ise 1921 yılında yazmaya başladı ve ölümüne kadar yirmi bir yıl her gün üzerinde çalıştı. Romanının ilk iki cildi 1930’da, üçüncüsü 1933’te, öldüğünde henüz tamamlanmamış olan dördüncü ve son cilt ise aradan yirmi yıl geçtikten sonra yayımlanabildi. (Romanın Türkçe çevirisi ise ilginç bir serüven yaşadı. Yapı Kredi Yayınları arasında yer alan Ahmet Cemal çevirisi iki ciltle sınırlı kaldı ve tamamlanmadı. Eserin, Musil’in ardında bıraktığı haliyle tamamının çevirisi Sami Türk tarafından yapıldı ve kitap dört cilt olarak 2018 yılında, Aylak Adam Yayınları arasında çıktı.)
Musil’e büyük yazarlar pantheon’unda yer açan ‘Niteliksiz Adam’ romanı, çöküş ve dağılmanın yaşandığı bir geçiş dönemini anlatır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş ve dağılma sürecine denk düşen zaman aralığında yaşanan bireysel-toplumsal-siyasal-kültürel karmaşayı Musil, ‘imparatorluk’ ve ‘krallık’ sıfatlarından türettiği ve Ahmet Cemal’in Türkçeye ‘İmpkralya’, Sami Türk’ün ise ‘Kakanya’ olarak tercüme ettiği, sözde hayali ama özde yıkılan imparatorluk artığını ima eden bir ülke -Avusturya- üzerinden ve ‘Niteliksiz Adam’ı temsil eden kahramanı Ulrich aracılığıyla dile getirir. Bu bağlamda roman döneme damgasını vuran “yozlaşmayı yansıtan büyük bir aynadır.” Yazar eski ile yeninin çatıştığı, yabancılaşmanın, nesnelerin gücüne teslim olmanın, had safhadaki ahlâki çöküşün öne çıktığı ve ‘Babil Tımarhanesi’ olarak nitelendirdiği, bir bakıma sadece içinden geçilen dönemi değil geleceğin de nasıl olacağını haber veren bu kaotik süreci o aynadan yansıtmakla kalmaz, yozlaşmanın kökenlerini de araştırır. Buradan bakınca roman bir anlatı olmakla sınırlı değildir, aynı zamanda var olanın özüne ilişkin tartışma-eleştiriyle birlikte somut önermeler içeren insanlık adına yürütülen bir kavgadır. Olanı anlatmakla yetinmemekte, olması gerekeni de anlatmakta, bunun için romana (edebiyata) sığınarak, duygu ve düşünceleri kamçılayan çoklu “anlam imgeleri”, alt metinler üretmekte, yan okumalara zemin hazırlamakta, buradan hem bir anlam zenginliğinin doğmasına ve hem de farklı yorumların gündeme gelmesine imkân sağlamaktadır. Belki bu noktada Musil’in kafası çok net değildir ve kendini ifade ederken zorluklar yaşamaktadır (nitekim yazarlık serüveni boyunca Musil her eserinde “bir defada çok şey yapmak istediğini” itiraf etmekten geri kalmamış, kimi metinlerinde aşırı bir yoğunluğa yol açan bu durum ise hem metnin ilerlemesini ve hem de okuru zora sokmuştur), ancak bu zorluk üslûbuna derinlik kazandıran ‘tedirgin’ edici ancak bir o kadar da yaratıcı özgünlük olarak yansımaktadır. Bir başka ifadeyle Musil okurunu en çok tedirgin ederek harekete geçirmekte -bu tedirginliği dengelemek için mizahı da ihmal etmeyerek-, onu adeta silkeleyerek yolunu açmaya çalışmaktadır.
Musil’in 19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında bir çöküş ve geçiş süreci yaşayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan yola çıkarak yazdığı, o kaotik süreci anlattığı ‘Niteliksiz Adam’ romanını hatırlıyor olmam, 20. yüzyılın sonu-21. yüzyılın başı itibarıyla bir başka çöküş-geçiş döneminin yaşandığı bugünlerde de karşılığı olması kadar, dünyada kendine yer bulamayan ülkemizde siyasal/toplumsal nitelik sorununun bir kez daha ayyuka çıkmasındandır da.
Romanın (edebiyatın) varoluş ve hayatı, tahayyül, anlam ve düşünce dünyalarımızın sınırlarını zorlayarak, olduğundan çok daha iyi anlatan doğurgan ikliminden, somut gerçekliğin kısır dünyasına yeniden geçerek bıraktığımız yere dönecek olursak, gördüğümüz nedir? Yarım asrı aşkın süredir siyasi sorun içinde düğümlenen ve neredeyse bir o kadar zamandır dünyada kendine yer bulamayan, varlığını Türkiye üzerinden sürdürebilen bir ülke. En temel sorunlarından bir tanesi ise, son Ankara ziyareti vesilesiyle bir kez daha gündeme gelen, iki ülke arasındaki ilişkinin mahiyeti. Tek yönlü işleyen, bir ‘belirleyen-belirlenen’ (ya da buyuran-buyrulan) biçiminde tecelli eden bu ilişkinin, Kıbrıslı Türkler açısından irade zafiyetine yol açtığı aşikâr. Siyaset ise bunun en açık biçimde tezahür eden, örneklerini sıklıkla gördüğümüz, alanı. Öyle olduğu için siyasete ve siyasetçiye duyulan güvensizliğin de en belirgin sebebi. Bu gerçeklik aynı zamanda alternatif siyasetin öncelikle buradan, özgür iradenin kazanılması ve işleyişi üzerinden kurulacağını/kurulması gerektiğini de işaret ediyor. Ne var ki orada da sorun, seçim sath-ı mailine giriliyor olması nedeniyle şimdilerde örneklerinin görülmeye başlandığı üzere, talebin slogan ya da biçim düzeyinde kalması, bir başka ifadeyle iktidara yönelik kelle/nicelik hesabıyla sınırlı olmasıdır. Siyasal cephede durum bu iken, bunun birey/toplum düzeyindeki karşılığı ise daha çok sosyal medya üzerinden yaygara koparmaktır.
Kesin olan şudur ki ‘özgür irade’ talebinin bu sınırlar içinde kalması, özgür olunamayacağının kabulüdür. Şundan, özgür irade, seçimini kendi yapan, yapmakla kalmayıp aynı zamanda muktedir olan ve de bunu kamusal alanda icra edebilen iradedir. Özgür irade cesarettir, zahmettir, sorumluluktur, feragat ve fedakârlıktır. Slogan düzeyinde ya da biçimsel olan ve de salt nicelik (kelle) hesabı yapan tavır/anlayış değil; ‘seçme-muktedir olma ve icra etme’ edimini gerçekleştiren, bunun bilincine sahip, haliyle nicelikten öte niteliksel mahiyet taşıyan bir tavır ve anlayıştır.
İçine girdiğimiz dönem bu talepte bulunan siyasal-toplumsal-bireysel kesimlerin ne kadar samimi ve sahici olduklarının bir kez daha deneneceği bir süreç olacaktır. ‘Özgür irade’ derken, siyaset erbabının kasaba kurnazlığı seviyesinde, slogan ya da biçimsel davranışların arkasına saklanarak kelle hesabı yapmakla mı yetinecekleri; keza birey-toplum ölçeğinde yine niceliksel olanla sınırlı amigoluk ve taraftarlık hastalığının mı öne çıkacağı; yoksa niteliksel önceliği esas bir iradeyi sahiplenmek ve güçlü kılmak adına gereken cesaret, zahmet, sorumluluk, feragat ve fedakârlık mı sergileyecekleri bir kez daha açığa çıkacaktır.