Neriman Cahit
Daha ilk cümleden hemen vurgulayayım: Bu yazının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur… Ama, geceyse ve ufkumuzu da sis basmışsa… bir dayanağın ne kadar yardımı olabilir ki!..
PARA:
“Büyüleyici bir yol arkadaşı olmayı sürdüren R.’nin çağımızın tek sorununun para olduğu düşüncesine katılıyorum” diye yazıyor Albert Camus, 1946’nın Mart / Mayıs aylarında ABD yolculuğu sırasında tuttuğu günlüğünde. Bunları yazışından bugüne 46 yıl geçti ve o güne oranla hayal edilemeyecek derecede arttı paranın gücü… (Neden mi?.)
Teknolojinin hızla ilerlemesi dünyayı iyice küçülttü… İletişim ve ulaşım inanılmaz gelişmeler kaydetti. Bununla birlikte, gerek dünyada gerekse ülkemizde tüketim korkunç boyutlara ulaştı… Daha da ötesi… İnsanlar HALA sürekli olarak tüketime zorlanıyorlar. (Zorlanıyor derken başlarına vurarak cebren değil…) Reklamlar ve pazarlama kampanyaları eşyayı ve insanı sınır tanımadan emellerine alet ediyorlar.
Paranın egemenliğindeki dünyada insanlar arası denge de her alanda çıkara dayalı ilişkilere göre kuruluyor. Manevi olarak BOŞLUKTA KALMIŞ OLAN BİREY, sahiplenme içgüdüsüyle, her şeye “BENİM” diyerek saldırıyor. Bu saldırı sırasında da – artık adından bahsetmenin gülüşmelere neden olduğu… salak veya deli gözüyle bakılan PAYLAŞMA… KARŞILIKSIZ DOSTLUK gibi kavramlar da ayaklar altında eziliyor.
GENÇLİĞİN KONUMU…
Gençliğin bu süreçteki konumu ne peki?
En hareketli ve gelişmeye yönelik çağdaki gençler insan ilişkilerini de yeni öğreniyorlar. Birbirleriyle çok yoğun ilişki içerisindeler ve kendilerini gerek büyüklerine gerekse arkadaşlarına kanıtlamanın yollarını arıyorlar.
Bu özellikleri gençliği, pazarlamacıların, reklamcıların ve basının bir numaralı hedefi haline getiriyor. Çoğu dış kaynaklı olan ürün, gençliğe pazarlanıyor… Yazılı basın, kolay okunan bol resimli haberlerle… Özel / genel tüm televizyon kanalları ithal ve ucuz programlarla gençliği oyalıyor.
Gençlik diye… Tüm özellikleri bir olan bir “sürü” yok tabii… Ama, bu tüketim çılgınlığı ve paranın hayata egemenliği hemen hemen herkesi etkisi altına almış durumda…
Zengin çocuğu gençlere bakın: BMW, MERSEDES, Japon araba firmaları son senelerde en yüksek dış satışlardan birini Avrupa’ya yapmaktalar… Gençlerimiz hiç savunmasız… Dünyayı, öğütmekte olan büyük çarkın bir dişlisi haline geliyorlar…
Düşük gelirli kesimin gençliğinde ise, karışık etkileşimler nedeniyle farklı örneklerle karşılaşılsa da… Çoğu genç… Kendisi için anlamsız derecede yüksek paraları markası nedeniyle “in” olan giyim eşyalarına, ayakkabılara yatırıyor… / Kültürel kaynağı belirsiz veya hiç olmayan mutasyona uğramış ürünlerin peşinde koşuyor. (Kumar, fuhuş, uyuşturucu, bet ofis çıkmazında ne kadar gencimizin bocaladığı, sayılarının her gün daha da arttığı gerçeğini ise başta yetkililer ve ana babaların etki ve tepkileri şimdilik nötr durumda gibi…)
***
Gençlerin durumu da bir başka tuhaflık taşıyor…
Şunu demek istiyorum: Toplumun ve ailelerin evde ve okulda gençlere gösterdiği, söylediği, ezberlettiği şeyler ve gençlerden beklentileri çok farklı bir şey değil zaten…
Ha, önemli olan… Gençlerin bu konularda – aslında her konuda – uyumlu olması, itiraz etmemesi… Kendilerine, “büyükleri tarafından gösterilen yolda” kuzu kuzu yürümeleri…
Kısaca, “normal” olmaları…
Artık, iyice dilimize ve yaşamımıza girmiş olan bu “normal” sözcüğüyle… Anlamca yozlaştırılmamış hali olan, “DOĞAL” sözcüğü arasındaki uçurumlara da dikkatinizi çekmek istiyorum. (Maalesef bu iki sözcük, ‘normal ve doğal olarak’ gibi iki benzer şekilde de kullanılıyor…
Eğer pazarlanan hayat tarzı bu özellikleri kendinde barındırıyorsa, Amerika’dan gelmiş, Almanya’dan gelmiş... Ya da biz uydurmuşuz çok da fark etmiyor.
Gençliği, bu para bağımlılığına, tüketim düşkünlüğüne yöneten ne, peki...
Yetersiz eğitim mi…
Medya’nın, gençliği kuşatma altına almış ve çıkış yollarını tıkamış olması mı…
Son yılların gençliğinin bu umutları belki de hiç duymamış olması mı?
/////////////////////////////////////////////////////////////
ZAMAN
“Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın / Parçalanmaz akışında…”
Zamanı da parçaladılar artık…
Herkesin acelesi var… Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor…
Tüketime zorlanan kişi, ihtiyacı olan paraya ulaşabilmek için, zamanını planlıyor… Gerçekte, yapmak istemediği işlerde yaratıcılığını ve gücünü köreltiyor. Bu çabanın sonucunda ise, her şeyin başı olan “para”ya kavuşuyor…
Ama vuslat huzur vermiyor. Para, yine çarkın dönmesini sağlayan yollara dökülüyor…
Zaman para uğruna harcanmıştır, ancak elde hiçbir şey kalmamıştır…
“Değişik olmanın tadı adına” harcanan paralar, birbirine hem içi hem dışı benzeyen yaratıcılığı körelmiş ve gerçek zamanını yitirmiş bir ‘taklitler ordusu’ çıkarıyor ortaya.
Zaman, aranıp da bulunamayan bir olgu haline geliyor…
“Zaman bulamıyorum vaktim olmuyor…” Ne kadar sık duyulan mazeretler oldu günümüzde… Dinlenmeye, gezmeye, kitap okumaya değil… Rahatça aynaya bakmaya bile fırsat bulamıyor insanlar…
Aynaya bakmayan, kendini görmeyen, göremeyen içinde sürüp giden erozyonun ne kadar çok alıp götürdüğünün farkında olmayan her yaştan milyonlarca insan… Televizyon artık istisnasız her eve girmiş durumda.
Ve bir birinden asla hiç farkı olmayan kanallara esir olan insanlar… Zamanlarını ve başkalarının hazırladığı programlara kendilerini karşılıksız verenlere ve bu alışkanlıkların buhranında büyüyen çocuklar…
Ekran, bir noktadan sonra gökyüzünün yerini mi alacak, zaten günden güne daha da kirlenen dünyada!..
Çarka ait olmak istemeyen, en azından dönen dolapların farkında olanlar, bu sistemin kendilerine verdiği, vereceği – zaten bir anlamı da olmayan her şeyden, baştan vazgeçiyorlar ve asıl o vazgeçme anından sonra bir yerlere yaklaşıyor, bir şeylere ulaşıyorlar…
***
Günümüzde bu vazgeçmeyi, bu reddi başarmak – normal olmayı reddetmek bile – çok güç… Başaranlar, kendilerini arayabiliyorlar. Hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olamayacaklarını bilseler de sadece aramanın zevki uğruna, hiç de kolay olmayan yolculuğa çıkıyorlar…
Zaman, işte o anda bütünleniyor ve içimizde akmaya başlıyor…