Hüseyin Bahca
Bugün Pazar. Yağmur hemen dindi. Balkon hafif rüzgârlı. Kuşlar, gri gökyüzünü pikeleriyle deliyor. Sözcükler kemirip duruyor şakaklarımı. Yazı bana kendini dayatıyor. Murat’ı, Halil’i ve Haluk’u düşünüyorum. Kısa bir süre sonra; çıplak tabanlarımla bastığım mermerler hatırlatıyor bana Kıbrıs’ı.
Sokağımızın tabelasına bakıyorum: Silahlı Kuvvetler Caddesi! Yeni yıl kutlamalarında av-tüfeğiyle bile havaya ateş etmeyenlerin sokağı burası. Birbiriyle yıllarca iyi geçinen insanların torunlarını yetiştirdiği… Ve işin en üzücü yanıysa; kimse bilmiyor sokağımızın savaştan önceki ismini…
Gözlerimi kapatıyorum ve sokağımızdan çıkıp Mağusa’da kısa bir gezinti yapıyorum. Kırlangıçlar kadar göçmen, taklacı-güvercinler kadar gelenekçiyim bu düşsel yolculuklarda… Dolandıkça; okulların, caddelerin ve sokakların isimleriyle karşılaşıyorum: Hep şovenist bir tanımlama! Yüksek sesle bağırıyorum; “militarizm her yerde!”, diye… Ama biri duydu mu, emin değilim…
“Tarih ve yüzleşme” kavramları geliyor aklıma. Duyduklarımı henüz yazmadığım için kendimden utanıyorum ilkin. Sonra; kendi kendimi teselli ediyor göğsümdeki esin perisi; yaşın çok genç, aklındakileri; hayalini kurduğun ilk ve son romanına saklamaya devam et Hüseyin, diye… Birileri bana Hüseyin dedikçe; kendime yabancılaşıyorum. Bir isme ait olmak; bir ırka ait olmak gibi bi’şey… “Hayır! Hayır! Kendimi hiçbir isme ve hiçbir ırka ait hissetmek istemiyorum!” diye bağırıyorum… Ama beni kendimden başka hiç kimse duymuyor. Hatta; ben bile kendimi duyuyor muyum, emin değilim…
Okullardan, caddelerden ve sokaklardan sonra; sahil kenarına göçüyorum. Denizin çocuklarındanım ben. Deniz-kabukları suskunluğun şarkısını söylüyor. Böylesi zamanlarda bütün sahil şeridi benim. Kimse engel olamıyor bana; ne çapraz nöbetini bozmayan askerler, ne ruhları Maraş’ı terk etmeyen ölüler, ne de “fotoğraf çekmek yasaktır!” diye Türkçe-Gagaozca karışımı bağıran polisler… Çürüyen binaları saymak istiyorum. Olmuyor. Yapamıyorum. Gözlerim yaşarıyor. Sulanıyor tüm görebildiklerim. Üşüyorum. Bilinmez bir titreme sarıyor her yanımı, güneşi arıyorum; dalgalar tüm şiddetiyle seriliyor ayakuçlarıma… Akdeniz, kimsesizlerin cenaze taşıyıcısı bugünlerde; emperyalistlerin ağzından salyalar döküldükçe! Titreyerek soruyorum; hangi ressam çizecek dünyanın en hüzünlü portresini, ya da hangi ilkel ideoloji getirecek beklediğimiz güzel günleri?
Düşüncenin gelgitleriyle boğulurken; Murat, Halil ve Haluk geliyor kapalı gözlerimin karanlığına. Üçü de silah almayı reddediyor. Öldüremem, insanlığa zarar veremem, diyor. Ve sonra; Murat, sakin bir üslupla marksizmi anlatıyor… Halil, karanlık bir odada böğleri ve örümcek ağlarını inceleyerek not-defterine bi’şeyler yazıyor… Haluk, daha önce hiç görmediğim bir atölyede; pencereden giren ışıklara yonttuğu tahtaları tutuyor, talaş kokusu her yerde… Bu üç güzel insan, emeğiyle, dürüstlüğüyle ve inandıklarıyla; bize özgürlüğü, anti-militarist bir mücadeleyi aşılıyor... Afallıyorum. Korkaklığın kanser gibi yayıldığı çağımızda; cesaretle karşılaşıyorum.
Afallıyorum ve hatırlıyorum; vicdani reddin bir insan hakkı olduğunu, dünyanın neresinde olursa olsun bu hakka inananların yanında olmam –olmamız- gerektiğini… anti-militarist, çok-kültürlü, çok-dilli, kozmopolit ve barış içerisinde bir Kıbrıs istediğimi… Ama bunun ilk etabının federasyon olduğunu…
Gözlerimi açıyorum; kuşlar, gri gökyüzünü pikeleriyle deliyor…
Murat - Murat Kanatlı
Halil - Halil Karapaşaoğlu
Haluk – Haluk Selam Tufanlı