Yaz geceleri, elektrikler kesildiği zaman anlatılırdı 74’e dair anılar; birer birer çıkardılar gençliğini yaşayamayan kadınların sır-düğümleriyle örülen boğazlarından; kuyuları terk edip duvarlara tırmanırken böğler… Kahramanlarım her anlatıda yirmi beş yaş gençleşirdi. Çiziklerine yerleşirdi taştan tarlalar. Cümleleri asit olup akardı karanlığın köklerine. Portrelerindeki keder yerleşirdi; nefesimin en ince köşesine… Duvara tırmanan böğlerin yaşayabilmek gibi bir şansı olmazdı pek. Ölümleri, ölümlere ulayarak dönerdi dünya…
Her anlatı; bir sonraki aynılığa provaydı. Nene’m, savaş öncesinden başlayarak girerdi konuya. Dede’mi ve Dayı’mı anlatırdı ilk. Dede’m, zeki, uzun boylu, pos bıyıklı, sözünün eri, ailesine düşkün, iş bilir ve motor tutkunu… Dayı’msa, cesur, işlek, hak arayan, güvenilir, ailesi için her şeyi yapabilecek biriymişti… Savaşın ilk günlerinde esir düşmüş; en büyük Amca’mla birlikte Dede’m… Esir düştüğü gün; Rum askerleri gelip Dayı’mı almış ve bir kere daha gelen-giden olmamış… Sadece kızının atletine yazabilmiş son notunu kanıyla; kızıma iyi bakın, diye, alelacele… Götürüldüğü sokak; ismini taşıyor yıllardır. Dede’m ve Amca’msa, ilk mübadelede geri dönmüşler evlerine… Dede’mi de 76’da sirozdan kaybetmişiz. Esir düştüğü zaman baş göstermiş sirozun ilk belirtileri karaciğerlerinde…
Dede’mi ve Dayı’mı hiç tanıyamadım. Farklı zaman dilimlerini yaşadık cennetten parça adamızın! Kim ne anlatmaya kalksa onlara dair; sesimi kırıp oturdum dizlerinin dibine. Anekdotların kimisinde kanım çekildi, kimisinde dudağım kıpırdadı, kimisinde kendimi buldum. Tanıyabildiklerimden aradım; onlardan kalanları. Ağaçlarla konuştum; yenidünyayla, erikle, asmayla… Dede’m ekmiş onları, doğacak torunlarının meyve yiyebilmesi heyecanıyla… Baba’ma sordum birkaç kere, ben de hatırlamıyorum, dedi. Ne zormuş tanıyamadıklarını, tanıdıklarının ruhunda aramak.
Nene’m, 2013’de göçüp gitti dünyamızdan. Tiz bir çığlıktı onu uğurladığımız kahverengi gün. Dilinden hiç eksik olmadı; İsmail ve Özkan isimleri. İsmail, dedemdi. Özkan, dayım. Diğer İsmail’se; torunu. 23’ünde verdik onu da toprağa… Kanseri yendi, zatürreye yenik düştü. Kısacası; Nene’m, bir asra yakın yaşam, yarım asra yakın yalnızlığında; esirliği de bildi, kayıplığı da, torun acısını da… Nene’m, buradan göçüp gitmeden evvel; her bayram bakışırdık siyah-beyaz fotoğraflarıyla… Yıllarca bakıştık: Her bakışmada farklı bir anlam yükledim Dede’mle, Dayı’mın gözlerindeki ateşlere, gençliğe…
Biz acının deniziyiz Kıbrıs! Acımasız bir savaşın sosyal yaşamı düştü payımıza. Anlatılar ve kayıplar. Sahte kahramanlar. İki yakamızda da elini kolunu sallayarak dolaşan suçlular. Uçak-savar mermilerinin aksesuar olduğu evler. Havan kovanlarının vazo olduğu salonlar. Tarih derslerinin ideolojik kodlamaları. Komutanların girdiği Milli Güvenlik dersleri. Asimilasyon. Göç. Hep aynı hikayelerle yaşlanan atalar. Gidenlerin gelemeyeceğini bilecek kadar büyüdüm Kıbrıs. Ve büyürken sormuşum “şehit” unvanını görünce sokak tabelasında Dayı’mın ismi önünde; “Rumlardan intikam alacak mıyız Nene?” diye… “Siz yaşamadınız, bilmezsiniz. Kimse yaşadıklarımızı bir daha yaşamamalı Nene’m. Acıların bir türlü dinmediği adamızda…” diyerek kapandı mesele…
Düşünsenize; ya elbet bir gün alacağız deseydi?
Nene: Bedia Tekbıyık - Dede: İsmail Tekbıyık - Dayı: Özkan Abdurrahman - Torun: İsmail Tekbıyık - Sokak İsmi: Şehit Özkan Abdurrahman Sk.