Paris’in en yaşlı ağacı, Square Rene-Viviani parkında bulunan bir akasya ağacıdır.
Saint-Julien-le-Pauvre’nin yanıbaşında bulunan bu ağaç 1601 yılında dikilmiştir buraya.
***
Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri olan Enis Batur, Remzi Yayınları’ndan yayımlanan (2016) ‘Cinlerin İstanbulu’ adlı eserinin “Anıt Ağaç, sürgit” isimli bölümünde Paris’in bu en eski ağacını şu dizelerle anlatır:
“Paris’in en yaşlı ağacı, Square Rene-Viviani parkındaki, şehrin eski kiliselerinden Saint-Julien-le-Pauvre’unyanıbaşında 1601 yılında, IV. Henri’nin bahçıvanı Jean Robin tarafından dikilmiş bir akasyadır.
İstanbul’un anıt-ağaçları arasında bu akasyadan çok daha yaşlı olanlarına rastlanır, ama yukarıdaki türden bir ‘kayıt’la karşılaşmayız arşivlerimizde.
Paris’in en eski ağacı başka, en görkemli olan başka: V. bölgenin şanlı Botanik Bahçesi’nin arka çıkış kapılarından birine, Perec’in Linne sokağına açılanına yaklaşırken, sol yakada, hafif eğilimli bir noktaya saçılarak yayılmış, gökyüzüne erişmesine ramak kalmış çınar, basmakalıp sıfatın sahici anlamıyla büyüleyici bir organizmadır. Aynı bahçedeki, Buffon’un tohumunu Anadolu’dan getirerek diktiği alımlı çalımlı çınarı kayırdığımı gizleyemem, gelgelelim bu Platanus Hispanica bilimkurgu dünyasının kurmaca yaratıklarını çağrıştıran yapısıyla, özellikle de topraktan fışkıran ve bir tür dev tarantulayı andıran kökleriyle insanın içine sıkı ürperti dalgaları yayar-benzeriyle hiçbir yerde karşılaşmadım.
Bu soy canlılar önünde elden tek gelen ufalmaktır. Süresi pek sınırlı ömrümüze, gelişim süreci pek kısıtlı gövdenize, yaşı ilerledikçe güzelliği artan çınarın yanında yaşımız ilerledikçe pörsüyen kalıbımıza baktıkça, ufalamanın ötesinde, gidip evimizin en ücra köşesine kapanmaktan ve orada çıkmamaktan başka çıkar yol gelmiyor akla-tam böyle.”
***
Enis Batur’u okurken birden aklıma Mağusa’nın cümbezi geldi.
Mağusa’nın simgelerinden biri olarak belleklere kazınan ve yıllara meydan okuyan ağacımızı anımsadım.
Geçmişin St. Nicholas’ı, günümüzün Lala Mustafa Paşa Camii’sinin avlusunda bulunan bu ağaç, 726 yaşında…
Yapılan araştırmalar, cümbez ağacının St. Nicholas Katedrali’nin inşaatına başladığı 1298 yılında dikildiğini gösteriyor.
“Kıbrıs’ta yaşayan en yaşlı canlıdır” diyebiliriz cümbez ağacına…
Veya bilimdeki adıyla “Ficus Soycomorus” veya “Minimal Deciduos”…
Kıbrıs’ta yaşadığı bilinen en yaşlı ve canlı ağaç olan cümbezin gövdesine baktığımızda 2,70 metreden sonra, 7 dala ayrıldığını görmekteyiz…
***
Gölgesiyle camiyi ve meydanı ziyarete gelenleri ağırlayan ağaç, ihtişamıyla Mağusa’ya gelen turistlerin dikkatini çekmektedir.
Cami’nin yıllar öncesinden kalan fotoğraflarına baktığımızda da tüm ihtişamıyla yerinde duruyordu cümbez ağacı.
Yani insanlar değişti, Mağusa değişti, sorunlar değişti ama o cümbez hep yerindeydi…
***
Cümbezin tarihine ve kökenine baktığımızda, Doğu Afrika’ya kadar uzandığını görüyoruz.
Kökleri Doğu Afrika’ya ulaşan ağaç, güzel bir meyveye sahip olması, sıcak yerler için yarı kapalı gölge bir mekan oluşturma özelliği ve mobilya yapımı için değerli kerestesinin olması nedeniyle eski Mısırlılar döneminden beri yörede önemliydi.
Bundan dolayıdır ki, bu ağacın meyveleri halk arasında ‘Firavun Meyvesi’ olarak da anılıyor.
Hatta Eski Papirüs çizimlerinde bu ağacın meyvesine de rastlanmaktadır. Çizimlerde, bu meyvenin yarılması için kullanılan araç da yer almaktaydı.
Meyveyi yarmak için kullanılan ve Eski Mısırlılar tarafından keşfedilmiş bıçak, bu meyvenin olgunlaşmasını hızlandırmaktaydı.
Meyveyi yarmak önceleri, içindeki sineklerin, böceklerin kaçması için yapılıyordu. Bu işlem gerçekleşirken meyvenin içinde üretilen ethilen gazı, meyvenin erkenden olgunlaşmasını sağlıyordu.
***
Şubat ayında yapraklarını döken ağacı o haliyle görenler, öldüğünü sanıyor… Ancak ağaç, kısa süre sonra yeniden yeşillenerek, adeta küllerinden doğuyor ve asırlardır büyümeye devam ediyor…
***
Neler neler gördü? Nelere tanıklık etti bu koskocaman cümbez ağacı…
Yapımına başlandığı zaman ilk kez toprakla buluştuğunda tamamlanan St. Nicholas Katedrali’nin ibadete açık olduğu günlere,
Sonrasında Lala Mustafa Paşa Camii’ye dönüşmesine bu yapının ve İslami kesime hizmet etmesine,
Lüzinyan krallarına ve taç giyme merasimlerine,
Cenevizliler’e,
1571’de Osmanlı toplarına, ardından da Osmanlı yönetimine,
İngilizlere,
Kıbrıs çatışmalarına, siren seslerine, barut kokusuna, kan ve kin, nefret kokusuna,
Kıbrıs Cumhuriyeti’ne,
Otonom, Federe ve KKTC’nin kurulmasına,
Çekirge istilasına,
Ticari kargaşalara,
Derinya olaylarına, ardından da oradan bir geçiş noktası açılmasına,
Othello Kalesi’nde yeni doğan bir kuşun çığlıklarına, o kuşun büyülü bir kuşa dönüşmesine, korkular salmasına ve Şeyh Nazım Efendi’nin olaya el atmasına,
Namık Kemal’in zoraki konukluğuna,
Maraş’ın eğlencenin kalbi olmasına, yağmalanmasına, bombalanmasına, yok olmasına,
Büyük mitinglere, gösterilere, törenlere, şenliklere, konserlere,
Zülfü Livaneli’nin o gürleyen sesine ve şarkılara eşlik eden onbinlere,
Yılbaşı kutlamalarına,
MTG’nin şampiyonluklarına, şampiyonluk kutlamalarına,
İhanetlere, acılara, gözyaşlarına,
Trafik kazalarına, ölümlere, kavgalara,
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinin Mağusa’ya bıraktığı amansız acılara,
Şampiyon Melekler’e…
***
Sadece cümbezimiz mi? Değil…
Kıbrıs’ın asırlık zeytin ağaçları da toprağa kök salmış ve yüzyıllardır şahitlikleriyle sahip çıkıyorlar bu adaya…
Bizim boşvermişliğimize, ihanetimize ve tüm mahvedişimize rağmen, yüzlerce yıldır ayaktalar… Bize rağmen olmaya da devam edeceklerdir; inatla, ısrarla ve Kıbrıs aşkıyla…