Geçtiğimiz hafta Paris’teydim. Tüm zamanımı ayırarak Paris’in gezebildiğim kadar müzesini gezmeye çalıştım. Her ne kadar öğle yemeklerini bile hızlıca geçiştirsem de tüm müzelere gidebilmem doğal olarak mümkün olmadı.
6 günlük yolculuk boyunca sadece iki kez taksi/Uber kullanmak durumunda kaldım. Bu kadar az taksi kullanmamın sebebi ise toplu taşıma sisteminin başarısı idi. Gecenin 2-3’üne kadar çalışan metro, tramvay ve otobüs sistemi sizi her yere götürüyordu.
Toplu taşıma sistemi mükemmeldi fakat yine de bu 6 günde toplam 98.7 km yürüyüş yapmış oldum. Doğal olarak ‘bu ne biçim toplu taşıma sistemi’ diyebilirsiniz. Fakat, bu yürüme yollardan dolayı değil müzelerden dolayı birikti.
Sadece Lourve Müzesi’nde bile 11 kilometre yürümüştüm. Kaldı ki akşam 9’da bizi zorla dışarıya çıkarttıklarında henüz iki alt müzesine girememiştim bile. Özellikle Napoleon’un Mısır’dan getirdiği kültürel mirası inceleyememek benim adıma üzücü oldu.
Bu 6 günlük ziyarette Louvre Müzesi kadar kapsamlı olan Orsay Müzesi’ni, Picasso Müzesi’ni, Invalides Müzesi’ni, Garnier Operası’nı, Rodin Müzesi’ni, Orangerie Müzesi’ni ve daha birçok müzeyi gezme fırsatı buldum.
Bu müzeleri gezmeye başladığım ilk günden itibaren beni mest eden bir durum vardı: Parisliler çocukları için mütemadiyen müzelere geziler düzenliyorlardı.
İlk olarak D’orsay Müzesi’nde bu durum ile karşılaştım. Monet’in o renkli tablolarını ve sonra da Fransa’nın daha devrimden önce benimsediği Salon Kültürü’nü anlatıyordu bir öğretmen ilkokul öğrencilerine.
Monarşi zamanından beridir sanatçılar eserlerini hazırlar ve ‘Salon’da sanat toplumunun beğenisine sunarlarmış. Burada her eser ciddi bir kolektif değerlendirme sürecinden geçermiş. Eğer değerli bulunursa devlet tarafından sanata ve sanatçılara destek olması için satın alınırmış.
Özellikle ‘Salon’ kültürünün koymuş olduğu statükolara karşı çıkan, bunları sınayan ve bazen de devrim yapmayı başaran sanatçılar olurmuş. Mesela Antik Yunan Mitolojisi veya kahramanlık tabloları yerine tarlalarda ekin sonrası anızları toplayan kadınları ve emeği çizen Jean Franchois Millet gibi. Franchois Millet bir anda sanat dünyasının tüm tabularını yıkmayı başarmış. Belki de 1857 yılında sunmuş olduğu bu tablo ile Fransız Devrimi’nin temellerine bile destek sağlamıştır.
İşte ilkokul gezisinde çocuklara tam da bunları veren, kritik düşünmeyi, sanatın etki ve önemini, tabuları sorgulamayı öğreten koca bir müzeydi D’Orsay Müzesi.
Bir sonraki ilkokul gezisi ile de Notre Dame Katedrali önünde karşılaştım. Katedral kapalı olduğundan ben de çocuklar gibi Katedralin önündeki meydana gitmiştim.
İlk önce öğretmenler bu ünlü katedrali anlattı. Bazı sorular sordu ve çocukların cevaplarını dinledi. Keşke fransızca konuşabilsem ve bu konuşmaları anlayabilseydim.
Ardından çocuklar hep birlikte yerlere oturarak ellerinde tebeşirler ile katedrali yere çizmeye başladılar. Sanıyorum bu etkinlik, katedralin yılları aşan ihtişamı kadar güzeldi.
Bir diğer ilkokul gezisi ile karşılaşmam ise Eiffel Kulesi önünde yapılan maratonda oldu. Belli ki maratonun bir kısmını da sembolik ‘çocuk maratonu’ olarak oranize etmişlerdi. Kısa bir mesafe de olsa o çocuklar şen bir şekilde Eiffel Kulesi’nin altındaki kent parkının ağaçları arasında koşularını yaptılar. Kazanan ödülü var mıydı bilmiyorum fakat çocukların yüzündeki mutluluğa bakılırsa kazanan hepsiydi.
İlkokul gezileriyle bir sonraki karşılaşmam Opera Garnier’de oldu. Ellerinde binanın basitleştirilmiş mimari çizimleriyle birlikte bu döneminin mimarlık ve sanat eserini, Fransız Mimar Charles Garnier’in videoları ile yaşadılar.
Son ve belki de en etkileyici ilkokul gezisi ile karşılaşmam Picasso Müzesi’nde oldu. Müzenin bir kısmında atölye tasarlanmıştı. Bu atölye ilkokul çocukları içindi. Çocuklar ilk önce müzeyi geziyor, ardından bu atölyede kendileri de sanat yapıyorlardı. Özellikle kolaj ve boyama ağırlıklı olan bu atölyede çocukların hazırladıkları eserler ise hemen bitişiğindeki büyük sergi salonunda sergilenmek üzere asılıp bırakılabiliyordu.
Gittiğim müzelerin hepsinde okul gezileri ile karşılaştığımı söylemem sanıyorum yanlış olmayacaktır.
Bir haftalık ziyaretimde bu manzaralar ile karşılaştıkça kafamda sürekli bir cümle tekrarlandı: Paris’te çocuk olmak ne güzel.
Bu müzelerin sayesinde Paris’te sanatı, tarihi, sporu, kolektif yaşamı, kültürü, yaratıcılığı, sorgulamayı ve alışılagelmişin dışında düşünmeyi öğrenen yeni nesiller yetişiyor. Ve bu çocuklar daha genç yaştan bu avantaj ile hayatlarına başlıyorlar.
Bizlerin yeni nesilleri ise Parislilere göre gerçek anlamda dezavantajlı. Tarihi müzelere önem vermediğimiz şehirlerimizde en iyi bakımı yapılan müzemiz maalesef Barbarlık Müzesi’dir. Kültür ve sanat konusuna ülke olarak maalesef neredeyse hiç önem vermiyoruz.
Çocuklarımız büyürken onlara heykel, opera, bale, sanat ve kültür parkı sunamıyoruz. Bu da aslında sadece çocuklarımızı değil, toplumumuzu da ileriye taşımamızı engelliyor.
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra bazı eleştiriler mutlaka gelecektir; “sanatın toplumu ileriye götürmek ile ne alakası var”, veya “şimdi önceliğimiz müze ve sanat değildir”.
Unutmayın ki bizlerin de uyguladığı modern demokrasiye dünya yönetimlerinin geçişinin Fransız Devrimi ile Fransa’da başlaması bir tesadüf değildir. Daha monarşi döneminden beri bu ülkenin sanat ve kültür anlayışı toplumu geliştirmiş, bilinçlendirmiş ve en sonunda monarşiyi devirerek demokrasiyi kuran ilk ülke olmalarına vesile olmuştur.
Eğer bazen çok kızdığımızda söylediğimiz “bizim toplum gider yine X’e veya Y’ye oy verir” gibi kaderist söylemi kırmak istiyorsak, bunu büyük kurtarıcı liderlerle değil, gelecek nesillerimizi müzelerle, heykellerle, sanatla ve sorgulayıcı bir eğitim sistemiyle eğiterek başarabileceğiz.
İllaki siyasette “Burası Fransa değil” veya “Önceliğimiz sanat değildir” gibi söylemler veya duruşlar ile karşılaşacağız. İnanın ki Eskişehir bu transformasyondaki kendi önemli adımlarını atabildiyse, binlerce yıllık zengin kültürel tarihi olan bizler de bu adımları atabiliriz.
Ve bizler, ölçeğimizin de küçük olmasından dolayı elde edeceğimiz başarı ile bir gün belki de ülkemizi gelen Parislilere “Lefkoşa’da çocuk olmak ne güzel” dedirtebiliriz. İnanın ki bunu başarabiliriz!