Yolda olma halini severim, yolculukları, destinasyonları. Bazen sadece seyahat etmek için bile yollara düşmüşlüğüm vardır.
Yol çağırır, ben giderim. Otobüs terminalleri, havaalanları beni en fazla heyecanlandıran mekanlardı, çocukken. Büyüdüm, tren garları ve limanlar büyüledi bu kez.
Küçükken abilerimin ‘seni çingeneler getirdi’ yönlü şakalarını çok ciddiye aldığımdandır belki, hep böyle gitme halleri içinde olmam benim.
Ya da ayın beşinde doğmuş olmamdır bunun nedeni. Beş sayısı değişikliğin, hareketin sayısıdır zira, bırakıp bırakıp gitmelerin.
Bilemiyorum, doğrusu o ya, çok da umursamıyorum. En büyük hayalim; her daim gitmek, gidebilmek için bir karavan sahibi olmak.
Farklı ülkeler, farklı yaşam şekilleri çok ilgimi çeker. Konakladığım her şehirde, girdiğim her ortamda, insanların yaşam şekillerini gözlemlemek ise ayrı bir keyiftir.
Pazar alışkanlıklarının kişi hakkında pek çok ipucu verdiğini düşünürüm. Ailecek bir masa etrafında toplananlar, sabah erkenden kalkıp velesbit turuna çıkanlar, öğlene kadar uyuyanlar, sevdiklerine yatakta kahvaltı keyfi tattıranlar, doğayı içine çekmeyi seçenler, maça gidenler, öğle sonra kahvesini dostlarına ayıranlar, bir de çalışanlar, maalesef....
Pazarları ne yapmayı seçiyorsanız, özünüzde de osunuzdur bence. Ben yazı yazıyorum Pazarları. Yok, yok özümde yazar filan olduğumdan değil, erteleme huyumdan. Bu da benim kişiliğim, yapacak bir şey yok. Son gün olmalı, yumurta kapıya dayanmalı yazının çıkabilmesi için. Pazartesi yayınlanacak yazıyı önceden yazamıyorum işte bir türlü, olmuyor.
Artık kabullendim, hiç uğraşmıyorum bile cumaları, cumartesileri. Yaşamımı bu şekilde düzenledim. ‘Yazı yazmak bir keyif, Pazarları da keyif günleri’ diye kendimi kandırmaya çalışıyorum. Keza, sosyal yaşantım bu yüzden bayağı zarar görmekte. Pazar gezmelerini, akşam saatlerine kaydırmaya çalışmamdan veya olağanüstü güzellikteki manzarayı karşıma alıp burnumu laptop’uma sokmamdan çok rahatsız, eş dost.
Anlıyorum tabii serzenişlerini, ama sormadan da edemiyorum; ‘Sevmek, karşındakini olduğu gibi kabullenmek değil midir?’.
Yemiyorlar tabii, hep kızıyorlar, çok kızıyorlar benim bu hallerime. Farklı ağızlardan duyduğum azarlar, hep aynı frekanslarda; ‘Şunu önceden yazsan olmuyor mu? Pazar gününü hem bize, hem kendine zehir ediyorsun!’
Olmuyor işte, olmuyor, yazı siparişe göre çıkmıyor!
Bu hafta sonu yeni bir frekansa demir attım: ‘Normal insanlar gibi sen de hafta içi çalışıp, hafta sonu dinlensen mesela?’
‘Normal insanlar?’ dedim, nedir ki normallik?
Kim karar veriyor normalin ne olduğuna, neye göre değişiyor normal ile anormal?
Bülent Ortaçgil katıldı bana, hep katılır zaten, sağolsun, sorduk birlikte:
Biralar soğuk mu dedim, dedi ki normal
Peki ya havalar? Valla gayet normal
İşler dedim gidişler dedim, hepsi normal
Peki ya sen, ben? Normal
Peki biz, ikimiz? Normal
Halimiz dedim? Ne dese beğenirsiniz, normal!
Uf biri anlatsın hemen, nedir bu normal
Canım sıkıldı yoksa, ben miyim anormal.
Cevap Ali Murat İrat’dan geldi:
‘Normalleşmeyin. Çünkü normalleştikçe mürebbiye kılıklı kadınlarla, ambar memuru tipli erkekler arasındaki ilişkiler biçimi olur hayat. Sıkıcı ve bunaltıcı. Gri. Siz deliliği seçin. Çünkü delilik güzeldir, bitmez. Ve hiçbir delirmenin yıldönümü olmaz (Örneğin Gezi’nin de yıldönümü olmaz). Çünkü artık o bir süreklilik halidir ve bilinçli bir tercihtir.’
Normallik, her ne demekse, bir tercih elbet. Ancak, unutulmasın, aykırılık da öyle ve grinin yerini alan ebem kuşakları.
Ve, alemi bu şekilde kabullenmiş Krallar arasında, bu ‘normal’ hayata tutunabilmek için, geriye tek bir yol kalıyor;
Delilik.
1 Mart 2015
Marsilya