Pazarlama ve sunum tekniklerinin, algı yönetiminin ulaştığı boyutlar beni dehşete düşürüyor son sıralar. Vasatlıkların allanıp pullanıp şaheser edasıyla önümüze sunulduğu zamanlardayız. Küçücük işlerin kocaman gölgeleri var. Işığın açısı öyle ayarlanmış çünkü. Bütün bu kofluklar bir süre sonra ortaya çıkıyor elbet. Artık, sürenin, kalıcılığın bir önemi yok ama. Foyası ortaya çıkanın yerine ikame edilecek yeni alternatifler, yeni bir kofluk her zaman mevcut. Önemli olan o an yaşanacak göz boyama ve onun paraya, üne, güce tercüme edilmesi.
Gerçekten değerli olan zaten anlaşılmıyor. Sofistike ve rafine olan ürkütücü geliyor. Estetik incelikler sadece bazı küçük azınlıklar için çekici. Büyük pazar için parlatılabilir vasatlıklar yeterli.
Ne yapılsa olmuyor bazı şeyler. Büyük bir emek görülüyor ama içinde bir yetenek yok. Pırıl pırıl parlıyor ama sahte olduğu belli. Gerçek gibi duruyor ama dokununca plastik. Kusursuz bir düzenlilik taşıyor ama ruhsuz. Bizi kandırmaya çalışması sırıtıyor, gözümüzün boyanmaya uğraşıldığını hissediyoruz. Bazı içtensizlikler ayan beyan. Bir şey olmamış, yerine oturmuyor ama ne olduğunu tam da bilemiyoruz. Öylesi bir tantana koparılıyor ki, bir cevher varmış da biz göremiyormuşuz gibi kısıyoruz sesimizi.
Birilerinin eleştirisi de hiç gerçekçi gelmiyor çoğu zaman. Buram buram kıskançlık kokuyor. Bir karalama kampanyası, gizli bir husumettin zuhur edişi gibi duruyor.
Şarlatanlık ne kadar sıradansa karalama da öyle. Şarlatanlık pazarlamayla, karalama şiddetle yüceliyor.
Bütün bunlar arasında sahici olan, yetenekli olan, birikime ve emeğe yaslanan kayboluyor belki ama soylu bir görünmezlik hali bu.
Kimi zaman hiç de böylesi pazarlama yöntemlerine ihtiyacı olmayan son derece değerli bir iş pazarlama ile kirletilebiliyor. Ne gerek var ki buna diyorsunuz. Görünmez kalmak da bir tehlike elbet ama görünürlükte çoğunlukla bir şaibe var günümüzde.
Bizi heyecanlandıran pek çok şeyin çalıntı olduğunu, büyük bir esinlenme taşıdığını çok sonraları fark edip düş kırıklıkları yaşamışızdır. Kalbimizin verdiği onayın da boş olduğunu anlamışızdır böylelikle.
Bütün mesele edebiyatın sanatın bir ün, güç ve para aracı olarak algılanmasında belki de. Bütün bunların tercümesi de mutluluk değil zaten. Ürettiğin şeyin nasıl bir sarsıntı yarattığı ne tür bir dönüşüme yardımcı olduğu önemli olan.
Yarattığın, ürettiğin şey birileriyle buluşup onların zihinlerinde bir sıçrama yaratabilmiş, kederlerini sağaltabilmiş mi? Hayatın anlamları üzerine bir aydınlanma oluşturmuş, ruhlarında bir okşayışa dönüşebilmiş mi? Sevgiyi yoğunlaştırıp kötülüğü geriletebilmiş mi?
Sanat böylesi hedeflerle yola çıkmamalı, bir misyon yüklenmemeli elbet. Misyon yüklenmek onu araçsallaştırır çünkü. Bütün bu kişisel ve toplumsal yararlar kendiliğinden ortaya çıkarlar sanat sayesinde.
Bunca karanlık politik bağnazlık, adaletsizlik ve şiddet içinde en çok da sanata, özellikle edebiyata ihtiyacımız olduğunu görebiliyoruz açıklıkla. Bütün sorun bu alanın da piyasa kuralları ile esir alınıp kirletilmeye çalışılmasında. Sanattan çok sanatçının edebiyattan çok edebiyatçının öne çıkarılıp bu tanrısal katmanların birer hiyerarşik cazibe alanı haline getirilmesinde. Bilgelik ve içtenliğin birer enayiliğe dönüştürülüp açıkgözlük ve hilekarlığın yüceltilmesinde.
Cazibe oluşturan bu unvanlara kolay ulaşabileceğini düşünüyor pek çok kişi. Hepimiz cümleler kurabiliyor bazı enstalasyonlar yapabiliyoruz; fotoğraf çekmekte ne zorluk var, resim çizmek de neymiş, oyunculuk desen yetenek gırla.
Kundera der ki bugün birisi Beethoven ayarında bir beste yapsa bugün bunun bir değeri yok. Önemli olan bunca yıllık birikimi kavrayıp onun üstünde bir şey yapabilmek.
Esas önemli olanın pazarlama olduğu bir çağdayız ne yazık ki. Küçük yaratımların büyük gölgeleri ile kuşatılmışız. Gerçek yaratıcılar da soylu bir sessizlik içinde kalamıyor bunca gürültü arasında. Seslerini duyurmak için bağırmak zorunda bırakılıyor onlar da. Oysa esas konuşması gereken yapıtların kendileri değil mi? Bunun için görünür ve ulaşılır olmaları gerek ama. Bütün mesele bu.