Kızıl ve dalgalıydı saçları.
İçlerine pusular kurulmuş, her bir telini rüzgarlar titretmiş, firari parmaklar lülelerinde gezinmiş, incinmiş nefesler toplamıştı mutlaka.
Omuzlarının üzerine düşen o lüleler, kıskandıran bir yumuşaklıkla boynuna dokunuyor, yine de örtmüyordu beyaz tenindeki küçük benleri.
***
Tam da kızıl değildi ya…
Kimi zaman saman sarısından alevli bir yangın ya da gün doğumundan az biraz gölgeli buluttu…
‘Boyadır’ dedim, kendime...
Umursamadım.
Yakışıyordu nasılsa.
***
Gülümserken çenesi çukurlanıyor, çatlıyor, incecik çizgiler beliriyor, gözleri hınzır bir çocuk edasıyla bakıyordu…
İncecik dudaklarının yoldaşlığında kocaman gülümsüyor, dişleri inci gibi parlıyor, kar lapasında ısırıyordu düşlerinizi…
***
Yanaklarının iki yanında oluşan belirgin çizgiler her gülümsemede ilk güz yağmuruyla kabaran toprağın halleri gibi yumrucuklar yaratıyordu yüzünde, pembe pembe…
Gözlerinin kenarından uzanan daracık patikalar, buz tutmuş şiirler ve öyküler saklıyordu içinde…
Kim bilir kaç sevdalı kuş gelecek, kana kana içecekti çocuk gölgelerin suyunu, gamzelerinden...
***
Bir gök taşı düşmüştü burnunun köşesine ve yıldızlı gecenin koynundan çaldığı izler bırakmıştı, soluk soluğa hissedebilsin diye...
“Değerinden eksiğine bozdurulmuş düşler”e bakıyor gibiydi gözleri, bir kuyunun dibinden göğe doğru...
***
Nasıldı o söz…
“... Gerçek şu ki; hayalimizdeki insanın, hayalindeki insan değiliz, hepsi bu…”
***
Yine de tırtıl misali yapraklarınızı kemirir dururdu bir heyecan...
Kim bilir...
Belki bir gün...
Kelebeğe dönüşürdü...
İncesinden bir ‘göz ucu’ kalmışsa kozanızda...