Tufan Erhürman
23.1.2013 tarihinde, insanlıktan nasibini almış her bireyin ciğerini kanatan bir kadın cinayeti işlendi Kıbrıs’ın kuzeyinde. Medyada yer alan haberlerde asla atlanmaması ve mutlaka üzerinde durulması gereken bir yan vardı. Eşi tarafından öldürülen kadın, olaydan önce polise şikâyette bulunmuş ve koruma talep etmişti. Dahası, eşinin başka vukuatları da vardı ve bu durum, polise şikâyette bulunan kadının korunması gerektiğini açıkça ortaya koyuyordu.
Bu arada 51/1984 sayılı Polis Örgütü Yasası, bazı maddelerinde Polis Örgütü’ne bu konuda görevler yüklüyordu. Yasa’nın 8. maddesinin 4. fıkrasına göre, “yasalara aykırı ve suç teşkil eden eylemleri önlemek”, aynı maddenin 21. fıkrasına göre, “yardım isteyen yurttaşlara … yardım etmek, onları gözetmek, kollamak ve korumak” polisin görev ve yetkileri arasındaydı. Aynı Yasa’nın 85. maddesinin 2. fıkrasına göre de, “yurttaşların can, mal ve ırzına … yönelik saldırıları ve saldırı girişimlerini önlemek ve engellemek” polisin temel yetki ve görevlerinden biriydi. Oysa öldürülen kadın olaydan önce polise başvurarak böyle bir tehlike altında olduğunu bildirmiş, şikâyetçi olduğu eşinin adının daha önce benzer olaylara karıştığına dair bilgi sabit olmasına karşın, polis, yardım isteyen kadına yardım etmek, onu gözetmek, kollamak ve korumak, suç teşkil eden eylemi önlemek ve kadının canına yönelik saldırıyı engellemek konusunda herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Dolayısıyla polisin, yasalara göre yapması gereken eylem ve işlemleri yapmayı ihmal ettiği açıktı.
Cinayetten Doğan Hukuki Sorumluluk
Bir insanı öldürmek ceza yasasına göre suçtur ancak bu olayda cinayeti işleyen kişi hemen ardından intihar ettiği için öldürenin cezai sorumluluğunu tartışmanın manası yoktur. Bu şartlar altında tartışılması gereken esas sorun, yukarıda sıralanan yetkilerini kullanmayı ve görevlerini yerine getirmeyi ihmal eden polisin hukuki sorumluluğudur. Bu tartışma, bir yandan ölenin yakınlarının (özellikle de çocuklarının) polisin ihmali nedeniyle uğradıkları maddi ve manevi zararın giderilmesi, diğer yandan da bundan sonra karşılaşılacak benzer olaylarda aynı ihmallerin yaşanmasının önlenmesi açısından önemlidir.
Anayasa’nın 152. maddesinin 6. fıkrasına göre, bir kişinin (ya da kişilerin) idari ihmal dolayısıyla uğradığı maddi ve manevi zararın giderilebilmesi için, öncelikle, ihmalin öğrenilmesinden itibaren 75 gün içerisinde Yüksek İdare Mahkemesi’nde açılacak bir davayla ihmalin tespit ettirilmesi gerekmektedir. Bu durumda ölenin yakınlarının böyle bir davayı açmakta meşru menfaatleri vardır çünkü bu ihmalle ciddi ve makul ilgileri olduğundan kuşku duyulması mümkün değildir. Ayrıca burada meşru menfaat günceldir çünkü ileride kaza mahkemesinde idareye karşı bir tazminat davası açılabilmesi için, Anayasa’nın 152. maddesinin 6. fıkrasından hareketle, öncelikle bu ihmalin yapılmaması gereken bir ihmal olduğunun Yüksek İdare Mahkemesi’ne tespit ettirilmesi gerekir. Sözü edilen olayda böyle bir davanın açılması hâlinde, yukarıda aktarılan hükümlerden hareketle, Yüksek İdare Mahkemesi, Anayasa’nın 152. maddesinin 4. fıkrasına dayanarak, “söz konusu ihmalin tamamen yapılmaması gerektiğine karar” vermelidir.
Bunun ardından yapılması gereken, bu kararı alıp idareye başvurmak ve bu ihmalden doğan maddi ve manevi zararın giderilmesini talep etmektir. Bu talep idare tarafından yerine getirilmezse, kaza mahkemesinde idareye karşı bir tazminat davası açarak mahkemeden maddi ve manevi zararın giderilmesini istemekten başka çare yoktur.
İdarenin, mahkemelerin vereceği kararlara karşı istinafa da başvurabileceği dikkate alınırsa, bu noktada hukuken sorumluluğu açık olan idareyi dava yoluyla zararı gidermeye zorlamanın uzun ve meşakkatli bir süreci gerektirdiği açıktır. Aslında bir hukuk devletinde idarenin işlem ve ihmalleriyle verdiği zararı karşılaması için bu kadar uzun ve meşakkatli bir sürecin yaşanmasının zorunlu olması hiç de sevinilecek bir şey değildir ve bir anayasa değişikliğiyle bu yolun kolaylaştırılması mutlaka gereklidir. Ancak bugün için mevzuat böyle olduğuna göre, bu sürecin yaşanması kaçınılmazdır.
Kanımca meseleyi daha da uzatacak olmasına karşın, yargı süreci bu noktada da kapatılmamalı ve idarenin tazminat ödemeye mahkum edilmesinin ardından, bu ihmale sebebiyet veren polis memurlarına rücu etmesi (yani ödenen tazminatı polis memurlarından kusurları oranında talep etmesi) de gündeme getirilmelidir. Bu yola başvurulması, idare adına işlem ve eylem yapan kamu görevlilerinin “biz hata yapsak da nasılsa tazminatı idare ödeyecektir” rehavetine kapılmalarının önlenmesi ve bundan sonraki başvurularda gerekeni yapmalarının sağlanması açısından son derece önemlidir.
Sonuç
Ateş düştüğü yeri yakar! Ne kadar çok üzüldüğümüzü, ne kadar çok acı çektiğimizi söylesek de elbette bizim duyduğumuz üzüntü ve yaşadığımız acı, ölenin yakınlarının çektikleri karşısında solda sıfır kalır. Bu arada çok sevdikleri bir insanı kaybeden bu kişilerin şu anda maddi ve manevi tazminatı akıllarından dahi geçirmediklerini de tahmin edebiliyorum. Hiç kuşkusuz ki yukarıda anlattığım uzun yargılama sürecinin sonucunda elde edilecek hiçbir tazminat yakınların acısını dindirmeye yetmeyecektir. Gelin görün ki (görev demeye dilim de varmıyor ama) bu noktada ölenin yakınlarının bu yola başvurmasında, benzer şeylerin bundan sonra bu toplumda yaşanmasını önemli ölçüde engellemek açısından ciddi bir yarar vardır. Bu yola başvurulması, bir yandan idarenin bu konudaki rolünü açığa çıkaracak, diğer yandan hem polis örgütünün hem de tek tek polis mensuplarının bundan sonra bu tip başvuruları ciddiyetle ele alıp gerekeni yapmalarını sağlayacaktır.
Bu ülkedeki feminist örgütlere, kadın örgütlerine, entelektüellere, barolara, hukukçulara, psikologlara ve tek tek her bireye de bu noktada önemli bir görev düşmektedir. Ölenin yakınlarına, bu süreçte, herhangi bir karşılık beklemeksizin yardımcı olmak hepimizin asli görevidir. Çünkü bu uzun ve meşakkatli yargılama sürecine girilecekse, bu insanlar bu sürece elde edecekleri maddi ve manevi tazminat için değil, toplumsal sorumluluk bilinciyle gireceklerdir. Çektikleri acıya karşın bu sürece girmeye karar verirlerse, onların toplum için bulunacakları bu özveriye toplumdaki herkes de karınca kararınca bir özveriyle katkıda bulunmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki bu toplumdaki her kadın cinayeti, başta biz erkekler olmak üzere toplumdaki her bireyin utancıdır. Bu utançla ancak Coetzee’nin Utanç isimli romanında söylediği gibi, onun bir varoluş konumu olarak kabul edilmesiyle başa çıkılabilir. Utancı var oluş konumu olarak kabul etmenin en etkili yollarından biri de, bir daha böyle bir utanç yaşanmasın diye her bireyin üzerine düşeni hiçbir karşılık beklemeden yapmasıdır. Dilerim, toplum olarak birçok başka konuda yaptığımız gibi, bu olayı da “unutma bahçemiz”e gömmeyiz de, kaç yıl sürerse sürsün sonuna kadar takipçisi oluruz.
Aşkın Hanım’a ve onun acı içindeki yakınlarına olan borcumuzu ödememiz asla mümkün değildir elbette. Ama bu süreçte yanlarında olmayı başarırsak eğer, belki hiç olmazsa yüzlerine bakmaya yüzümüz olur!