Yonca Özdemir
yoncita@gmail.com
Bugünlerde yükselen popülizm ile birlikte yeniden dirilen otoriter rejimler ve zayıflayan özgürlükçü değerler ile karşı karşıyayız. Bu gerici eğilimlere kadınların geleneksel rolleriyle, yani erkeğe hizmet eden ve korunmaya muhtaç yaratıklar olarak tasvir edilmesi de eşlik ediyor. Bu yazıda popülizm ve cinsiyetçilik arasındaki ilişkiden bahsedeceğim ve bu ilişkinin zannettiğimizden daha karmaşık olduğunu anlatmaya çalışacağım.
***
Popülizm uzmanı Cas Mudde ve Cristobal Rovira Kaltwasser’e göre popülizm, toplumun “halk” ve “seçkinler” şeklinde iki gruptan oluştuğunu iddia eden sığ bir ideolojidir. Bu bağlamda halk, daha çok yoksunları, seçkinler de ayrıcalıklıları sembolize eder. Popülizmin hem sağ, hem sol versiyonları olabilir. Popülist partiler, liderler ya da akımlar bu halk ya da yoksunlar olarak tanımladıkları sıradan insanların genel iradesini temsil ettiklerini ileri sürerler ve uzun zamandan beri ihmal edildiklerini düşünen bu halk kitlelerinin sesi olmayı vaat ederler. (1)
Sıradan insanlar ülkelerindeki ana-akım (sağ ya da sol) partilerin kendilerini artık önemsemediğini ve programlarının kendilerini yarar sağlamadığını hissettiği için popülist partilere yönelmekteler. Partiler birbirlerine benzedikçe ve programları, politikaları sıradan insanlar yerine daha çok seçkinlere yarar sağladıkça, bu insanlar siyaseti kendilerinden uzak ve alakasız hissetmeye başladılar. Sonuçta yeni ve daha radikal alternatifler öneren popülist söylemler, bu hayal kırıklığına uğramış kitleler için gittikçe daha cazip hale gelmeye başladı. Peki, popülizm ile cinsiyetçilik arasında nasıl bir ilişki var?
Popülizm daha çok karizmatik ve maço erkeklerle ilişkilendirilir. Popülist liderlerin, popülist kitlelerin ve popülist seçmenlerin çoğunun erkek olduğu da bilinen ve kanıtlanmış bir olgu. Fakat Mudde ve Kaltwasser, kavramsal olarak popülizm ve cinsiyet konuları arasında özel bir ilişki olmadığını iddia ediyor ve yaptıkları araştırmalarda da, teoride ve pratikte popülistlerin cinsiyet konusunda keskin bir duruşu olmadığı sonucuna varıyorlar. Mudde ve Kaltwasser’e göre popülistler için temel ayrım olan “halk-seçkin” ayrımı dışındaki herhangi bir konu, kadın-erkek ayrımı dâhil, öncelikli değil. Bazı popülist liderler kadın ve cinsiyet konusunda sert ve ters çıkışlar yapıyor olsa dâhi diğer bazılarının da bu konuyu tamamen es geçmeyi yeğlediğini görüyoruz. Mudde ve Kaltwasser’in araştırmaları popülistlerin kadın ve cinsiyet konusundaki tavırlarını daha çok siyasi ideolojilerinin (sağ -sol) ve kendi ülkelerindeki sosyal kültürün belirlediğine işaret ediyor. (2) Yani siyasette gördüğümüz kadın düşmanı ve cinsiyetçi tavırları popülizmin kendisinden çok sağ ideolojiler ve maço-ataerkil kültür belirliyor.
Latin Amerika’da sol popülist partilerin yükselişte olduğu 2000'li yıllarda kadın ve cinsiyet konusunda ilerlemeler yaşanırken, bugün dünyada yükselmekte olan sağ popülizmin kadın ve cinsiyet konusunda doğrudan tehditler yaratması Mudde ve Kaltwasser’in iddiasını ispatlıyor. Örneğin, Venezuela’da Hugo Chavez ve Bolivya’da Evo Morales iktidar olduktan sonra kadınların parlamentodaki temsili arttı. Chavez ve Moarles’in partilerindeki kadın vekil oranı diğer partilere kıyasla daha yüksek. Morales’in liderliğindeki Movimiento al Socialismo (MAS) partisinin parlamentodaki kadın vekillerinin oranının kısa sürede %8’den %46’ya fırladığını görüyoruz. Ayrıca, Bolivya’da yeni anayasa hazırlanırken kadın hakları aktivistleri etkin bir şekilde sürece katıldılar. Yeni anayasanın 48'inci maddesi kadınların işgücüne etkin katılımı ve kadınlara eşit ücret konusunda garantiler vermekte ve kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklamakta. Chavez’in Bolivarcı devrimi de o ana dek ayrımcılık görmüş kesimlerin- yoksullar, beyaz olmayan ırklar ve kadınlar gibi- sesi olmayı ve bu kesimleri güçlendirmeyi amaçlıyordu. Hatta Chavez’in “Kadınların tam özgürlüğü sağlanmadan halkın tam özgürlüğü imkânsızdır; gerçek bir sosyalistin gerçek bir feminist olması gerektiğine inanıyorum,” demişliği de vardır. Chavezci söylemin merkezinde kadınların devrimci sürece aktif katılımı ve kadının değişimin öznesi olması da vardı. Bolivarcı devrimin cinsiyet eşitliğini sağlayacak tüm kamu politikalarını desteklediği ve kadınlara karşı ayrımcılığı reddettiği de bilinir. Ancak, tüm bunlar Chavez ya da Morales’in müthiş birer kadın hakları savunucuları olduğu anlamına gelmesin. Zira özellikle Chavez’in bazı konuşmalarında oldukça eril ve cinsiyetçi bir dil kullandığını biliyoruz. Nitekim sol görüşlerine ve kadınların siyasete dâhil olması için katkıda bulunmuş olmalarına rağmen bu iki liderin üzerinde ülkelerinde hâkim olan maço ve ataerkil kültürün etkilerini görmek mümkün. Yine de genel olarak Latin Amerika’da sol popülist partilerin kadınların siyasi temsili konusunda bölgedeki diğer partilere kıyasla daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Hâlbuki Kuzey Avrupa’daki sağ popülist partilerin bu konuda ülkelerindeki diğer partilerin altında -ama diğer sağ partilerin çok altında olmayan- bir performans sergilediklerini görüyoruz. (3)
Sağ popülist parti ve akımlara baktığımızda programlarında kadın eşitliğine ve genel olarak insan haklarına karşı atılmak istenen somut adımlar görüyoruz. Sağ popülist söylemlerin çoğunda güçlü bir feminizm karşıtlığı ve cinsiyetçi klişeler var. Bu tip popülistlerin siyasi duruşu cinsel haklar, kürtaj, doğum kontrol hakları, LGBT hakları gibi şimdiye dek elde edilmiş haklara zarar verecek koşulları yaratmakta. Kadınlara karşı bu yeni söylem siyasi katılım, profesyonel gelişim, annelik ve hatta kişisel seçimler gibi konularda kadınlar için yapılmış ve yapılmak istenen girişimlere ciddi bir meydan okumayı temsil ediyor ve dolayısıyla da demokrasiyi tehdit ediyor.
Maalesef bugün dünyada sağ popülistlerin cinsiyetçiliğine ve kadın düşmanlığına örnek çok:
- Brezilya’nın yeni başkanı Bolsonaro tam bir LGBT hakları ve kürtaj karşıtı. 2018 seçim mitinglerinde Bolsonaro destekçileri feministlere köpek maması yedireceklerini bağırıyorlardı. Bolsonaro 2015 yılında bir kadın vekile kendisine tecavüz etmeyeceğini çünkü bunu hak etmeyecek kadar çirkin olduğunu da söylemiş bir siyasetçi olarak da biliniyor.
- Filipinler’in başkanı Duterte 2017’de sıkıyönetim ilan edilen Mindanao adasında her askerin cezalandırılmaksızın üç kadına tecavüz edebileceğini ilan etti. Geçen sene de kadın militanları vajinalarından vurmalarını, bu şekilde onları işe yaramaz hale getirmelerini emretti.
- Macaristan’daki popülist lider Orbán Macar kadınların fazla çocuk doğurmalarını sağlayacak kapsamlı bir anlaşma yapılmasını önerdi.
- Polonya’daki popülist Hukuk ve Adalet (PiS) partisi kontrolündeki hükümet de Polonyalı kadınlara tavşanlar gibi üreme çağrısı yaptı. Polonya’da kürtajın tamamen yasaklanması önerisi de verildi, ama kadınların kitleler halinde sokaklara dökülüp protesto etmesi sonucu öneri geri çekilmek zorunda kaldı.
- Trump da Amerika’da kürtajı kısıtlamaya, Aile Planlaması Derneği’nin fonlarını kesmeye ve LGBT kişilere karşı ayrımcılığa izin vermeye yeltenmekte.
- Muhafazakâr ve İslamcı duruşu ile bilinen AKP ve Erdoğan da erkek egemen ideolojiyi destekleyen politikaları ile biliniyor. 16 küsur senelik AKP iktidarı boyunca AKP kadınların türbanı arkasına saklanarak yaptığı sahte kadın hakları savunuculuğu ile birlikte anneliğin kutsallaştırılması, ailenin yüceltilmesi, kadın erkek eşitsizliğinin doğallaştırılması, "namus" kavramının daraltılması ve kadına yönelik şiddet davalarında haksız tahrik indirimi gibi İslamcı muhafazakar ideolojik saldırılar ile Türkiye’de ataerkil kadınlık ve erkeklik tanımlarını en geri biçimde pekiştirdi. “En az üç çocuk” söylemi ve kürtaja getirilen kısıtlamalar da Erdoğan’ın önemli cinsiyetçi icraatlarından.
Dünyanın her yerinde sağ popülistlere en çok destek verenler işçi sınıfı erkekleridir. Bu erkekler merkeze yakın partiler ve özgürlükçü siyasi değerler tarafından dışlandıklarını hissettikleri için popülist partileri tercih ettiklerini söylüyorlar. Ancak ilginçtir ki, popülist söylemler kadınları da cezbedebiliyor. Amerika’da 2016 seçimlerinde beyaz kadınların %53’ü oyunu Trump’a vermişti. Üniversite eğitimi olmayan tüm kadın seçmenlerin %62’si Trump’ı tercih etmişti. Brexit oylamasında da kadınların %49’u Brexit yanlısı oy kullanmıştı (erkeklerin %54’ü). Peki, kadınları popülist partilere ya da söylemlere çeken nedir? Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Kadınları siyasette tek bir blok olarak görmek de hatalı olur. Nitekim erkekler gibi onlar da siyasi tercihlerini daha çok sınıf ve ırk konumlarına göre yapıyorlar.
Friedrich Ebert Vakfı’nın (FEV) yaptığı bir çalışmaya (4) göre aslında Avrupa’daki sağ popülist partilerde kadınlar oldukça azınlıkta. Örneğin, Almanya’daki Alternative für Deutschland (AfD) partisinin 92 kişilik parlamento grubunda sadece 10 vekil kadın. Ama pek çok sağ popülist partide öne çıkan kadın şahıslar var; AfD’nin eş başkanı Alice Weidel ve Fransa’nın milliyetçi popülist partisi Front National’in (ya da yeni adıyla Rassemblement National) lideri Marine Le Pen gibi. Fakat genelde bu kadınlar partileri ilerici ve eşitlikçi olduğundan değil, partilerine daha modern bir görünüm sağlamak ve kadın oylarını cezbetmek için oradalar. Örneğin, Le Pen cinsiyet konusundan tamamen kaçınmakta ve siyasi söylemini tamamen tipik “biz-onlar” (halk-seçkinler) karşıtlığı üzerine kurmakta.
FEV’in aynı çalışmasına göre sağ popülist partiler sosyal refah yardımlarını güçlendirme sözü vererek kadınlardan oy devşiriyor. Bu partiler, çocuk yardımlarını ve diğer aileleri destekleyen sosyal ödemeleri artıracaklarını söylüyorlar. Yani sosyal politikalar kadınların bu tip partilere oy vermesine yol açabiliyor. (Ancak Amerika ve Latin Amerika için aynısını söylemek zor.) Biliyoruz ki kadınlar bir yandan ataerkil toplumda sürekli bir mücadele içindeyken öteki yandan erkeklere kıyasla daha çok sosyoekonomik riskler ile -düşük ücret ve yaşlılıkta yoksulluk gibi- karşı karşıyalar. Yani işçi sınıfı kadınları toplumun alt tabakalarının en altında olduklarını fark edip, erkeklere kıyasla kendilerini mülteci ve göçmenlerle daha çok rekabet içinde algılıyor da olabilirler. Duruma bu şekilde bakarsak kadınların bazılarının sağ popülist partilere yönelmesi çok da şaşırtıcı değil.
Özellikle Kuzey Avrupa’daki sağ popülist partiler milliyetçilik ve ırkçılığı kadın eşitliği konusu ile bağdaştırmaya da yeltenmekte. Danimarka’daki popülist Dansk Folkeparti (DF) cinsiyet eşitliğinin bir Danimarka kültürü olduğu üzerine propaganda yapmakta ve bu sayede kadınlardan oy toplamakta. Bu tip ırkçı Avrupa partileri genelde cinsiyet eşitsizliğini yabancı, yani daha çok göçmenlere ait bir kültürel olgu olarak göstererek propaganda yapıyor. Yani cinsiyet eşitliğini yabancı etkilerden korunması gereken bir “milli” bir değer olarak sunuyorlar. Hollanda’daki sağ popülist Partij voor de Vrijheid (PVV) partisinin başkanı Geert Wilders da hazırladığı siyasi bir bildirgede kadınlara karşı bazı tehditlerden bahsederek (Danimarkalı kadınların göçmenler yüzünden akşam sokaklarda güven içinde yürüyememesi gibi) aslında yabancıları hedefleyen ırkçı söylemlerine kadın seçmenleri çekmeyi hedeflemekteydi. (5) Bunların haricinde Avrupalı sağ popülist partilerin seçim manifestolarında ve programlarında kadın ve cinsiyet eşitliği konuları nadiren yer alıyor. Yer alsa dahi tipik olarak “aile politikaları” ve “göç” başlıkları altında ele alınıyor. (6)
***
Cinsiyetçi popülist otokratları yenmek için kadınların güçlenmesi gerekiyor. Bu net. Ancak kadınlar güçlendikçe sağcı popülistler bunu doğal düzene karşı bir saldırı olarak tasvir ediyorlar. “Cinsiyet ve Dünya barışı” kitabının yazarlarından Prof. Valerie M. Hudson’ın dediği gibi, yüzyıllarca insanlar erkeğin hâkimiyetini doğal düzen ve siyasi meşruiyet ile özdeşleştirdi. Doğal olarak bu erkek egemen düzene en büyük tehdit de kadınların güçlenmesi. (7) Ancak, uzun dönemde bu yeni otokratları yenmek için kadınların siyasi olarak güçlenmesinden daha fazlasına ihtiyacımız var. Bu da kadınların siyasi gücünün doğaya aykırı gözükmesinin altında yatan esas sebeple, yani evdeki hiyerarşi ile yüzleşmeyi ve bunun üzerine gitmeyi gerektiriyor.
İnsanların ilk gördükleri siyasi hiyerarşi kendi evlerinde gördükleri hiyerarşi… Evdeki cinsiyetçi ve ayrımcı düzen aynen ülkedeki kamusal yaşama ve siyasi düzene de yansıyor. Günümüzde kadınların kamusal ve siyasi alanda kazanımlar elde etmesi ve güçlenmesi ataerkil toplumlarda bile olabiliyor, ama eğer evdeki düzen değişmediyse bu kazanımların her an geriye gitmesi de mümkün. İşte popülizmin bize öğrettiği tam da budur! Sağ popülistler kadınların, özellikle de feminist kadınların, kamusal yaşamda erkek egemenliğini tehdit ettiği ama özel yaşamda hala erkeklerin hükmettiği ülkelerde başarılı oluyor. Amerika’yı, Filipinler’i, Brezilya’yı ve Türkiye’yi kadının siyasi gücünün normalleşmiş olduğu Kuzey Avrupa ülkeleri ile karşılaştıralım. İzlanda’da parlamentonun %48’i, İsveç’te %44'ü ve Finlandiya’da %42’si kadınlardan oluşuyor. Cinsiyetçi popülistleri seçen ülkelerde ise bu oranlar çok daha düşük: Amerika’da %24, Filipinler’de %27, Türkiye’de %17 ve Macaristan’da sadece 10%. Bu Kuzey Avrupa ülkelerinde hiçbir zaman popülizm olmaz anlamına gelmiyor; nitekim onların da sağ ve ırkçı partileri var. Ancak, bu partilerin cinsiyet konusu aracılığıyla var olan düzenin meşruiyetini bozma şansı düşük, çünkü kadınların siyasi gücü oralarda çoktandır gayrimeşru ya da doğaya aykırı görülmüyor. Bunun tek bir temel nedeni var, o da cinsiyet eşitliğinin evde normalleşmiş olması. OECD verilerine göre Kuzey Avrupa ülkelerinde ev işlerine erkeklerin ve kadınların harcadığı vakit arasında pek fark yokken, bahsettiğimiz popülist otokratların ülkelerinde arada çok fark var (8). Yani, evdeki eşit işbölümü ile kadınların siyasetteki eşit temsili arasında inanılmaz bir ilişki görüyoruz.
Simone de Beauvoir kadın hakları küçümsendiğinde tüm insan haklarının küçümsendiğini söylemişti. Bugün de karşı karşıya kaldığımız zorlu görev bu hakları popülist, milliyetçi veya muhafazakâr güçlerce kışkırtılan cinsiyetçi, ırkçı, yabancı düşmanı ve homofobik saldırılardan korumak. Popülist otokratları en çok da bu otokratların eşitliğini ve itibarını kabul etmeyi reddettiği kişiler, yani en başta kadınlar yenecek. Aile içi dinamikler ne yazık ki kısa sürede değişmiyor. Ama yeni otoriter popülist rejimler bize adeta eski bir feminist sloganın önemini vurguluyor: Kişisel olan siyasidir. Kısaca, eğer demokrasiyi kurtarmak istiyorsak önce kadının evdeki eşitliğini sağlamamız gerekiyor!
Kaynakça:
- Cas Mudde ve Cristobal Rovira Kaltwasser (eds.), Populism in Europe and the Amerıcas: Threat or Corrective Democracy? (New York: Cambridge University Press, 2012).
- Cas Mudde ve Cristóbal Rovira Kaltwasser, "Vox populi or vox masculini? Populism and gender in Northern Europe and South America," Patterns of Prejudice Vol.49, No.1-2 (2015): 16-36.
- Ibid.
- Elisa Gutsche (ed.), “Triumph of the Women? The Female Face of the Populist and Far Right in Europe” (Berlin: Friedrich Ebert Stiftung, 2018). Bu çalışmaya http://library.fes.de/pdf-files/dialog/14636.pdf linkinden ulaşılabilir.
- Mudde ve Kaltwasser (2015). Benzer şekilde Trump da Meksikalı göçmenleri “kriminal” ve “tecavüzcü” olarak nitelendirmekte.
- Ibid.
- Valerie M. Hudson et al. Sex and World Peace. (New York: Columbia University Press, 2012).
- OECD’nin cinsiyet verilerine http://www.oecd.org/gender/ linkinden ulaşabilirsiniz.