Post-modern Türkiye’nin çocuğu KKTC: Siyasal yaşamımızda bazı post-modern yansımalar

Unutulmamalıdır ki KKTC de 12 Eylül sürecinin eseridir.

Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com

Siyasal düşüncede post-modernizmin anlamlarından biri modernizmin “büyük anlatıların” öldüğünün kabulüdür. Post-modernizm endüstrileşmenin, demokratikleşmenin, laikliğin, ideolojinin, bilimin otorite olma özelliğinin ve benzeri modernite değerlerinin, yani insanlığı 18’inci ve 19’uncu yüzyıllardan 20’nci yüzyılın sonlarına ulaştıran gelişmelerin artık miadını doldurduğuna inanır. Post-modernizme göre insanlığın sorunlarına toptan çözümler getirmeyi hedefleyen düşünce sistematikleri artık hükümsüz ve anlamsızdır. Örneğin, Marksizm ve Liberalizm artık geçersizdir. Bundan dolayı siyasal aktörler toplumların ya da insanlığın sorunlarına toptan çözümler getirecek köklü dönüşümlerin değil, daha kısa soluklu ve daha küçük ölçekli mücadelelerin birer öznesi olmalıdır. Sendikalar kendi üyelerinin hakları için, LGBTİ bireyler kendi özgürlükleri için, azınlıklar kendi kimlikleri için mücadele etmeli, her özne kendi varlığını kendi özerk ama aynı zamanda dar alanında kurgulamalıdır. Post-modernizm bunun yanında modern çağın bilim anlayışına da genel bir eleştiri getirerek bilgilerimizin gerçeğe birebir tekâmül etmediğini çünkü gerçeğin sürekli olarak üretildiğini ve yeniden üretildiğini iddia eder. Bu çerçevede, post-modernizm aydınlanma çağının ve modernitenin mirasını reddederek insan yaşamını bir mutluluklar ütopyası olarak değil, bir bilinmezlik ve kaos diyarı olarak görür.  Post-modern siyaset ise temel sosyo-ekonomik model olarak kapitalizmi reddetmez. Aksine, onunla uyum içerisinde olduğu bile söylenebilir. Ancak, çoğu zaman Liberalizmin aydınlanmacı köklerinden gelen demokrasi, rasyonalizm ve özgürlük ile arasına net bir mesafe koyar.   

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 28 Şubat muhtırasına “post-modern darbe” denmektedir, ancak birkaç yıl öncesi ve birkaç yıl sonrasıyla birlikte,  12 Eylül süreci de hiç yabana atılmayacak bir post-modernizm kasırgasıdır. Unutulmamalıdır ki KKTC de 12 Eylül sürecinin eseridir. Laik ve modern bir ulus-devlet olan ancak muhafazakâr ve yoksul halkını bu batılı devrim modeline “alıştırmayı” bir türlü başaramayan Türkiye Cumhuriyeti, 1970’li ve 80’li yıllarda köyden kente göç sancılarıyla farklı bir sosyolojiye bürünmüştü. Köyden kente göçerek varoşlarda yaşama tutunan yoksul kitleler kendilerini Cumhuriyetin batılı kültüründe ya da ideolojilerde değil, “Arabesk” adı verilen kültürde bulmaya başladılar. Baskıcı 12 Eylül rejimi tarafından ideolojilerin belinin kırılmasıyla birlikte “Arabesk” hem müzikte hem popüler kültürde giderek güçlenmiş ve kısa sürede varoşların çok daha ötesine yayılmıştı. Hayatı “mutluluklar ütopyası” yerine “acılar dünyası” olarak gören bu anlayış Türkiye’nin sosyolojisinde hızla ağırlık kazanmıştı. Siyasi pratiğinde tipik bir merkez-sağ parti olan, ancak teorisinde “dört eğilimi” bir araya getirerek hem modern ideolojik ayrımları hem de modern Kemalist Türkiye’yi “reddeden” Turgut Özal ve Anavatan Partisi (ANAP) post-modern kültürün siyasetteki yeni yüzüydü. Ancak, bu post-modern zeminin esas mimarı Kenan Evren ve 12 Eylül rejimiydi. Türkiye’nin aydın ve genç kuşaklarını sağcı ya da solcu olmaktan alıkoymak için onlara “Atatürkçü” ve “dindar” olmayı salık veren, sağcıları ve solcuları hapishanelere doldurarak işkencelerden geçiren 12 Eylül rejimi Türkiye siyasetini büyük ölçüde “ideolojisiz” bırakarak post-modern bir sayfa açmıştı. Sağcı ya da solcu olmasına izin verilmeyen toplumun ANAP’a sempati duymasıysa son derece doğaldı. Piyasacı bir parti olan ANAP ilk etapta aydın ve liberal kesimlerden de destek bulmuştu fakat bu partinin sokaktaki vatandaş için anlamı batılı ve modern olma “saplantısından” kurtulmaktı. KKTC ise kelimenin tam anlamıyla post-modern Türkiye’nin çocuğuydu. 12 Eylül rejimi, 1981 seçimlerinde UBP’yi yenen TKP ve CTP’nin hükümete gelmemesini sağlamak için her şeyi yapmıştı. Ayrıca, KKTC’nin kuruluşu o günün şartlarında hem sağın hem de solun “onayından” geçmişti. Dolayısıyla 12 Eylül rejimi sadece Türkiye’yi değil, aynı zamanda kuzey Kıbrıs’ı da mümkün mertebe “ideolojisiz” kılmaya özen gösteriyordu. 1983 seçimlerini kazanan ANAP Türkiye’de üretim ve ihracat ekonomisine önem verirken kuzey Kıbrıs’ta “memur ekonomisine” geçildi, toplum üretimden kopmuş oldu ve bizler için post-modern sayfa da böylelikle açıldı.

Kuzey Kıbrıs’taki sağ ve sol ideolojilerin gelenekleri çoğunlukla modern siyasetin birer ürünüydü. Sağ büyük oranda ulusalcı, sol büyük oranda hümanistti. Birbirlerinden Türkiye ve Kıbrıs Rum toplumuyla ilişkilerin nasıl olması gerektiği, devletin ekonomideki rolünün ne olması gerektiği ve çalışma yaşamında sosyal adaletin nasıl sağlanması gerektiği gibi esaslarda ayrılsalar da, her iki kutup da laikliği, moderniteyi ve batılı aydınlanmacılığı içselleştirmiş öğelere dayanıyordu. Kıbrıs Türk sağı 1923 Türk devrimlerini benimsemiş bir ulusalcılığa sahipti ve bu ulusalcılık modernite ve laiklikten kopuk değildi. Kıbrıs Türk solu ise gerek bir kanadının Marksist-Leninist köklerinden, gerekse de genelinin uluslararası normları takip eden güncelliğinden ötürü modernite değerleriyle iç içeydi. Her iki ideolojik kamp da, kendini toplum sorunlarına toptan çözümler sunabilecek modernite unsurlarıyla ifade edebilmekteydi. Ayrıca her ikisi de topluma bir tür “mutlu son” vaat edebiliyordu. Sağcı mutlu son Türkiye’nin desteğiyle, solcu mutlu son ise Kıbrıs’ın yeniden birleşmesiyle kendini konumlandırmaktaydı ve sosyo-ekonomik ve kültürel yaşama bakışta net ideolojik farklılıklar da mevcuttu. Üretimin çökertilmesi onun etrafında şekillenen siyasal mücadeleyi de dönüştürdü. O denli ki, kimin “sağcı” kimin “solcu” olduğunu tayin etmenin yolu o günden sonra ideolojide değil, Kıbrıs Sorununa yaklaşım tarzında anlam kazanır hale geldi. Bugün geldiğimiz noktada ise post-modernizmin en güçlü unsurlarından olan kaos Kıbrıs Türk siyasetine ciddi biçimde hakim olmaya başladı.

Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye’deki “Arabeskleşen” sosyolojiyi birebir yaşamamış olabilir ki zaten dünyadan izole haliyle dünyaya açık piyasa ekonomisine geçişi de tam manasıyla yaşamamıştır. Ancak 1980’li yıllarda üretimden kopuş, 1990’lı yıllara damgasını vuran siyasi ve ekonomik krizler ve 2000’li yıllarda Annan Planı referandumunun getirdiği düş kırıklığı gibi kırılma noktaları ideolojilerin siyasetteki konumunu giderek zayıflatmıştır. Ayrıca, post-modernizmin “bilinmezlik” sarmalı, siyaset kurumunun sıklıkla başvurduğu bir kavram haline gelmiştir. Geleceğe dair plan yapılacakken temel parametre dünyanın her yerinde nüfustur. KKTC’nin siyaset kurumu kamuoyuna yıllardır “nüfusumuzu bilmiyoruz” propagandası yaparak bu bilinmezliği derinleştirdi, geleceğe dair plan yapmayan günü birlik siyaseti “meşrulaştırdı”. Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğünün getirdiği bilinmezlik ve istikrarsız hükümetler de buna eklenince Kıbrıs Türk siyasetine kaotik bir hava hâkim oldu. Ayrıca, siyasal mücadele bilindik ideolojik kalıplarını terk etti. Bugün Kıbrıs Türk sağının amiral gemisi durumundaki UBP’ye bakarak post-modernizme doğru hızlı bir kayış yaşandığını görmek mümkündür. Geçmişinde daha laik bir ulusalcılığı benimsemiş olan UBP’nin son yıllarda kendisine yeni bir muhafazakâr gömlek dikmeye çalıştığı herkesin malumudur. UBP’nin ileri gelenlerini camilerde ve dergâhlarda görmek ya da topluma dini ibadetlerde bulunmalarını salık veren demeçlerine tanık olmak artık şaşkınlık yaratmamaktadır. Bu gelişmeler elbette “konjonktüre” de bağlıdır. UBP’nin hem ülke siyasetinin hem bizzat kendisinin kaosa sürüklenmesindeki rolünün bir diğer yansıması kurultayın ikinci turunun iptal edilmesinde görülmüştür. Fakat siyasetimizdeki post-modernizm etkisi UBP ile sınırlı değildir. Post-modernizm sendikalara ve çoğu siyasi partiye de sirayet etmiş durumdadır.   

KKTC’deki sendikaların çok büyük bir kısmı modernizmin “sınıf mücadelesi” şiarını çoktan terk etmiş, mücadelelerini çalışan sınıfların geneline ulaşmaktan son derece uzak, üyelerinin haklarını aramakla sınırlanmış dar bir post-modern alana indirgemişlerdir. Hükümetlerde yer alan siyasi partilerse ideolojik yol haritalarına dayalı köklü dönüşümlerin öncüleri olmamışlardır. KKTC hükümetlerinin toplamının icraatlarını özetlersek karşımıza yaklaşık olarak şu tablo çıkar: Maaşları ödediler, teşvikleri ve katkıları ödediler ve ellerinden geldiğince partililerini memnun ettiler. Hükümete gelmenin anlamı böylesine dar ve kısır bir çerçeveye hapsolmuş durumdayken meclis-içi muhalefette olmanın anlamı da bu dar çerçevedeki “iktidara” talip olmanın duvarlarına çarpmaktadır. Günümüzde kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda medya kuruluşu, basılı ve dijital çok sayıda gazete bulunmaktadır. Ayrıca, siyasal konular sosyal medya kullanıcıları arasında yaygın biçimde yazılıp çizilmekte ve sosyal medya siyaset gündemine ciddi biçimde yön verebilmektedir.  Peki, ülkemizdeki medya ve sosyal medya gerçekten özgür bir ortam mıdır? Esasen, post-modernizmin en büyük kuramcılarından Michel Faucault tarafından “panoptikon” olarak tanımlanan, kitlelere sürekli olarak otoriteler tarafından izlendiklerini hissettiren teknoloji-iktidar ilişkileri günümüzde kurulmuş durumdadır. Günümüzün bireyi “biri beni gözetliyor” hissiyle karşı karşıyadır çünkü medya ve sosyal medya gerçekten de “birileri” tarafından “gözetlenmektedir”.  Kıbrıs’ın kuzeyi buna hiç ama hiç istisna değildir. Tüm bunlara ilaveten, post-modernizmin modernizme yönelttiği bir eleştiri günümüzde post-modern UBP’nin bizzat kendisi tarafından çökertilmektedir. Post-modernizm modernizmi bilimi iktidarların kitleleri yönetirken kullandıkları bir araç haline getirmekle eleştirmektedir. Ancak, post-modern UBP pandemi döneminde yeri gelince ülkedeki bilim otoritelerini hiç dinlemiyor, yeri gelince de pandemi yönetimini kendi amaçları doğrultusunda siyasallaştırarak yılbaşı gecesi kumarhanelerde ve otellerde onlarca insanın dip dibe eğlenmesini sağlayabiliyor.  Böylelikle de post-modernizmin modernizme yönelttiği eleştiriyi post-modern bir anlayışla kendisine çeviriyor.

Görüldüğü üzere, KKTC siyasetinde post-modern siyasetten derin izlere rastlamak mümkündür. Esasen, KKTC’nin post-modern Türkiye’nin çocuğu olduğu gerçeğini göz önünde tuttuğumuz zaman bunun şaşırtıcı bir yanı da yoktur. Siyaset kurumuna, sendikalara, medyaya, topluma ve bireylere yapacağımız her eleştirinin, buna ilaveten her özeleştirinin, gerçekçi olabilmesi için her şeyden önce bunu hatırlamak yerinde olacaktır. Elbette bu yanlış ya da eksik gördüklerimizi eleştiriden muaf kılmaz ama sorunları teşhis ederken doğru temele yönelebilmemizi kolaylaştırır. Post-modernizmin gelenek ile yenilik, popüler kültür ile yüksek sanat arasında, geleneklerle popüler kültürün tuhaf ya da ilginç bir sentezi olduğunu var sayarsak, geleneklerimizin muhafazakâr dedikodu kültürü ile günümüzün sosyal medya odaklı dijital kültürünün nasıl bir arada yürüyebildiklerini anlamlandırabiliriz. Jürgen Habermars modernitenin tamamlanmadığını, bitmediğini, bundan dolayı da ölmediğini savunmaktadır. KKTC açısından baktığımız zaman, moderniteyi tamamlamadığımız doğru olduğu kadar, 1983 sonrasındaki yaşamımızın post-modernizmin ta kendisi olduğu da doğrudur. Post-modernizmin getirdiği kaos ve bilinmezlik kendimize özgü koşullarımızdan dolayı bizlerin toplum psikolojisine hiç iyi gelmediğine göre, bu post-modern sis perdelerini aralamanın yollarını aramakta her birimiz yarar görebiliriz.

Dergiler Haberleri