Post-Truth: “Büyüler Yaparak Çağırdığı Cehennem Kuvvetlerine Artık Söz Geçiremeyen Büyücü”

Öncelikle, bu kavramı hiç duymamış olanlara kabaca açıklamak gerekirse, “post-truth”, siyasette artık “gerçeklerin” ya da “doğruların” bir faktör, bir girdi, bir gereklilik ya da bir ihtiyaç olmaktan tamamen çıktığı, siyasetin ayan beyan

 

 

Celal Özkızan

Bağımsızlık Yolu Üyesi

celalozkizan@yahoo.com

Başlıktaki alıntı, Marx’ın ve Engels’in meşhur Komünist Manifesto’sunun en az o kadar meşhur cümlelerinden biri. Marx ve Engels, Manifesto’da önce kapitalizmin, başta üretici güçler (ki anaakım iktisat bunu basitçe “teknolojinin ve işbölümünün gelişimi” olarak niteler) olmak üzere harekete geçirdiği muazzam yaratıcı ve geliştirici dinamiklerden söz ederken, yine bu dinamiklerin bizatihi kendisinin doğuracağı çelişki ve çalkantının, bu dinamikleri mümkün kılan kapitalizmi alaşağı edeceğini de eklerler. Dağın eteklerine doğru yuvarlandıkça büyüyen bir çığ kadar korkunç ama bir o kadar da estetik olan bu dinamik, metaforik ifadesini işte bu “büyücü”de bulmuştur: çığın büyümesinin tek yolu, aşağıya, dibe, çığ niteliğini artık yitirip koca bir kar birikintisi haline dönüşeceği o en alt noktaya kadar yuvarlanarak düşmesidir. Büyüdükçe yok olan, en muazzam ve en heybetli göründüğü an aslında yok olmaya en yakın olduğu an olan bir tersten Sisifos söylencesidir bu; ve bu sefer o kocaman çığı omuzlayan, proletaryadır. Proletarya ise, Sisifos’tan farklı olarak, sonsuza kadar bu yükü tekrar tekrar taşıma niyetinde değildir; çünkü bilir ki, bu çığdan kurtulmakta geciktiği her saniye, bu çığın altında topyekün kalıp yok olma ihtimali büyümektedir ve Sisifos’un aksine, proletaryanın “iş güvencesi” yoktur:  Sisifos’un mesaisi “sonsuzdur” belki ama asla o kayanın altında kalmaz; proletaryanın ise böyle bir “güvencesi” yoktur.

***

Peki bu durumun “post-truth” ile ilgisi ne. Öncelikle, bu kavramı hiç duymamış olanlara kabaca açıklamak gerekirse, “post-truth”, siyasette artık “gerçeklerin” ya da “doğruların” bir faktör, bir girdi, bir gereklilik ya da bir ihtiyaç olmaktan tamamen çıktığı, siyasetin ayan beyan -ve çürütülmeleri basit bir Google araması ile bile mümkün olan- yalanlar üzerinde temellendiği ve kitlelerin, “post-truth” siyasetçiler tarafından dile getirilen sözlerin ve ‘bilgilerin’ doğruluğunu kontrol etme ihtiyacı duymaksızın mobilize olabildiği bir dönemi, yeni bir “siyaset yapma biçimi” dönemini imliyor. Gerek Brexit sürecinde, Britanya’nın AB’den ayrılmasını savunan -başta UKIP olmak üzere- bazı kesimler tarafından, ayrılığı savunmak üzere ortaya atılan ayan beyan yalanlar olsun, gerek Trump’ın seçim kampanyası döneminde dile getirdiği ayan beyan yalanlar olsun pek çok yakın tarihli örnek, “post-truth” kavramının kullanımını popülerleştirmiş durumda. Öyle ki, Oxford Sözlüğü bu kavramı 2016 yılının sözcüğü bile seçti.

 

Tuhaf olan şu ki, “yalan”, burjuva siyasetinin her zaman kocaman bir parçası olagelmiştir. Elbette iletişim olanaklarının muazzam derecede gelişmesi ve çeşitlenmesiyle ve özellikle de sosyal medya denilen mecraların birer “sanal kamusal alan”a dönüşmesiyle birlikte, ayan beyan yalan olduğu ortada olan bir iddianın veya ‘bilgi’nin dile getirilmesi çok daha sansasyonel etkiler uyandırabiliyor. Ancak siyasette yalanın yeri, yukarda da belirtildiği gibi, yeni değil. Peki “post-truth” kavramının bu kadar popülerleşmesinin ardında yatan sebep ne o zaman?

Burjuva siyaseti, kendini var eden burjuva toplumunu -her şeye rağmen- sürdürülebilir kılmak için, kapitalist toplumsal ilişkilerin doğurduğu muazzam gelir eşitsizliğini, güvencesizliği, yoksulluğu, sömürüyü ve en nihayetinde mevcut toplumların temel dinamiği olan sınıf mücadelesini “maskelemek” durumundadır. Kapitalist ekonomilerin görece “istikrarlı” bir halde olduğu ya da sınıf mücadelesinin keskin olmadığı zamanlarda, burjuva siyaseti bu maskeleme işini gayet sofistike ve “ikna edici” bir şekilde yapabilecek manevra alanlarına sahip olur. “Yalan” her zaman ordadır, ama daha “estetik” bir form almıştır. Krizlerin derinleştiği ya da mevcut durumun artık sürdürülemez olduğu dönemlerdeyse yalan o estetik formunu ve sofistike niteliğini yitirir ve “ayan beyan” bir hâl alır. Örneğin, neoliberalizmin doğuşuna yol açan 70’lerdeki ve 80’lerdeki ekonomik krizlerin ve keskin sınıf çatışmalarının içinde, Thatcher çıkıp açık açık “ekonomik açıdan en verimli madenleri kapattık çünkü orda militan sendikalar örgütlüydü” diyebilir. Öte yandan, görece “istikrarlı” dönemlerde, böylesi keskin söylemler yerine, “işyerindeki yönetişimsel dönüşümün, işçileri üretim sürecinin katılımcı ve yaratıcı bir öznesi haline getirdiğini ve artık işyerindeki hiyerarşinin ortadan kalktığını, işçilerin tek tek kendi hayat planlamalarını kendi kariyer hedefleri doğrultusunda yaptıklarını ve bu sebeple de sendikalar gibi ellerini işçilerin ceplerine atıp aidatlar toplayan ve bireysel kariyer hedefleriyle zıt düşer bir biçimde işçileri aynı biçimde hareket etmeye zorlayan yapıların artık demode olduğu” gibi söylemler devreye girebilir.

Bugün “post-truth” kavramını yoğun bir şekilde dolaşıma sokanların, bir zamanların “sofistike” ve “estetik” yalancıları olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Burjuva toplumunun siyaseten “temsil krizi” yaşadığı bu zamanlarda, bu krizi, mevcut toplumsal ve ekonomik krizin ve yoksunluğun bir tezahürü olarak görmek yerine, sanki siyaset alanı toplumsal ilişkilerden azade bir “yarış sahnesi”ymişçesine onun kendi gerçekliğini keyfi bir biçimde yarattığı iddiası, aslında bu krizin siyasete yansımalarını gizlemeye yönelik “sofistike” bir yalan aslında. Bütün Ortadoğu’yu -tıpkı eski ABD yönetimleri gibi- yangın yerine çeviren Obama’nın Nobel Barış Ödülü alabilecek kadar parlatılmasını mümkün kılan bir zamanın sofistike yalancıları, bugün Trump’ın ayan beyan yalanlarından ürkmemiz gerektiğini bizlere “post-truth” kavramı ile anlatmaya çalışıyorlar örneğin. Oysaki “post-truth”, kendi meşreplerince büyüler yaparak şekillendirip göreve çağırdıkları burjuva “truth”unun kontrolden çıkıyor olmasından başka bir şey değildir.

***

Şair, “yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim, incinirsin” demişti…

İçinde yaşadığımız sistem ziyadesiyle “incitici”, üzerine söylenen yalan “ayan beyan” da olsa “sofistike ve estetik” de olsa… Biz, ne türden bir yalanı duymak istediğimize dair harıl harıl ve ciddi ciddi tartışmak yerine, kendi doğrumuzun ne geçmişte ne de şimdi temsil edilmediği bu siyaset sahnesine damgamızı nasıl vurmamız gerektiği üzerine kafa yormalıyız.

 

 

Dergiler Haberleri