Seçim dönemleri siyasete karşı ilginin ister istemez yükseldiği dönemlerdir. Aynı zamanda propagandanın ete kemiğe büründüğü, mesaj bombardımanının en hissedilir olduğu dönemler.
Yanıltıcı olmasın, çoğunlukla politika falan konuşulduğu yoktur. Dozajı ayarlanmış bir çatışma eşliğinde aday cilalama ve parlatma vardır. Siyasi iletişimden anlaşılan seçmene kendi adayı lehine oy verdirebilmenin dilini yaratmaktır.
Bu yazının muhatabı olan çözüm yanlısı seçmenler de doğal olarak bu kapsama giriyor. Aklı çelinecek bir hedef kitle. Duygularına seslenilecek, oy devşirilecek bir havuz.
Bu tuzağa düşmemek ancak gerçekçi bir durum tespiti yapabilmekle mümkün. Hakikati propagandanın gölgesinden çekip çıkarabilmek lazım. Tam da Kıbrıslı Türklerin dünyaya açılan tek makamına önümüzdeki beş yılda kimin seçileceğinin belirleneceği günlerde, gerçekleri konuşmak lazım.
Kıbrıslı Türkler bu beş yıl içerisinde, yaşamlarını ve geleceklerini belirleyen bütün alanlarda ciddi bir öznelik kaybı yaşadılar. Bu öznelik kaybının temel nedeni çözüm umudunun gittikçe tükendiği bir süreç yaşanmış olması. Ancak bundan da önemlisi, bölgemizdeki jeopolitik tepişmelerin içerisinde kendimize bir özne olarak pozisyon alamamış olmamız. Uluslararası alanda gittikçe esamesi okunmaz bir topluluk niteliğine bürünmemiz.
Filmi biraz geriye, Crans Montana Zirvesi’ne saralım. Zirve öncesinde Cumhurbaşkanı Akıncı ve T.C. yetkililerinin söz birliği halinde verdikleri “bu son şans” mesajları, zirve sonrasında “AB çatısı altında iki devlet” ortak söylemine dönüştü. Bu tezi ilk kez dile getirenin çözüm yanlısı bir Cumhurbaşkanı olması, toplumda zaten müzakerelerden nefret edilir bir ruh halinin hakim olduğu koşullarda, federal çözüme olan inancı en alt seviyelere indirdi.
Hal böyleyken, çözüm karşıtları fırsattan istifade eski tezlerini allayıp pullayarak yeniden dolaşıma soktular. “AB çatısı altında iki devlet” söylemi, bütün irrasyonelliğine karşın toplumun birçok kesiminde ciddi oranda alıcı buldu.
Bütün bunlar yaşanırken Cumhurbaşkanı Akıncı’ya çözüm yanlısı perspektiften yöneltilebilecek en temel eleştiri, aktif çözüm siyasetinden uzaklaşarak, rotayı kimlik siyasetinin popülist bir versiyonuna çevirmiş olması.
Maraş konusundaki inisiyatifin iki ayrı devletçilere terk edilmesi, hidrokarbon meselesi ile ilgili mektup sunmaktan öteye bir tavır geliştirilememesi, uluslararası diplomatik ilişkilerin savsaklanması gibi gerçeklerin hepsi, Cumhurbaşkanı Akıncı’nın hanesine yazılması gereken eksiler.
CTP ise bu süreçte en büyük zafiyeti, tabanına sirayet etmiş bulunan çözüme karşı umutsuzluk virüsüyle mücadele ederken yaşadı. Tabandaki bu durumun üstüne bir de merkez sol parti refleksleri eklenince, Kıbrıs’ın kuzeyindeki en büyük federal çözüm yanlısı güç olarak CTP, herhangi bir yapıcı ya da dönüştürücü inisiyatif üstlenemedi.
Bütün bunlara TDP’nin Akıncı kültü karşısında eriyip gitmesi, YKP’nin alaycı pasifizmi, BKP’nin ortodoksluğu, Baraka/Bağımsızlık Yolu fraksiyonunun çözüm karşıtı da, yanlısı da ol(a)mayan tutumu, federalist aktivistlerin artık iyice karikatürize edilmeye başlamış soyut barış söylemleri de eklemlenince, topluma yeni hiçbir şey söyleyemez hale geldik.
Sonuç olarak, çözüm yanlıları olarak başarısız bir beş yıl geçirdik. Belki de bu gerçeği olduğu gibi kabullenebilirsek yazının başında bahsedilen propaganda tuzağına düşmeyiz. Seçim dönemini Kıbrıslı Türkler’in önünü açacak politikaları tartışarak geçirebiliriz. Adaylardan, çözüm yanlısı bir toplum olarak uluslararası alanda yeniden temsil edilebilmemizin yollarını tartışan, gerçeklere dayalı bir politik propaganda talep edebiliriz.
Bir adım geri atıp, şöyle bir duraksayıp olanı biteni düşünmek şart. Çünkü öyle ya da böyle çözüm yanlıları olarak, en iyimser ifadeyle yalnızca beş yıl önce başladığımız noktadayız, bir adım ilerisinde değil. Üstelik bu kez çözüm karşıtı tezlerin oldukça güçlendiği ve Kıbrıslı Türklerin iyice oyun dışına itildikleri bir ortamda.