Rauf Raif Denktaş… Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Kurucu Cumhurbaşkanı. 27 Ocak 1924’te Baf’ta hayata açtığı gözlerini, 13 Ocak 2012’de 88’inci yaş gününe günler kala kapadı…
Annesiz bir çocukluk, babasız bir gençlik geçirdi. Çocukluk ve gençlik döneminde Kıbrıs İngiliz sömürgesindeydi…
İngiltere’deki hukuk tahsili, ardından adaya dönüşüyle başladığı milli mücadele, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) yılları, kısa süren Kıbrıs Cumhuriyeti dönemi, yeniden bir varoluş mücadelesi, adaya giremediği yasaklı olduğu seneler…
1974 Barış Harekatı, Kıbrıs Türk Federe Devleti ve ardından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması… “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar” dediği, bütün bir hayatı boyunca süren yürüyüş… Müzakere masasında neredeyse 40 yıl… Toplum liderliğinden, Cumhurbaşkanlığına giden süreç, daha da ötesi halkın gönlünde edinilen müstesna yer…
88 yıllık yaşamı bırakın bir yazıya, kitaplara sığamayacak kadar dolu… Kimi zaman başarılarla, zaferlerle, kimi zaman dayanılması zor büyük acılarla, gözyaşlarıyla…
Bu acıların en büyükleri, şüphesiz tam 3 kez yaşadığı avlat acılarıydı. Kızı Dilek’i 2.5 yaşında, oğulları Münir’i 7 yaşında ve Raif’i 34 yaşındayken kaybetti… Eşi Aydın Denktaş’la, geride kalan 3 evladına, Kıbrıs davasına ve Kuran’a sarılarak ayakta durmaya çalıştı…
Rauf Raif Denktaş’ın 6 çocuğundan hayatta olan üçü, vefatının 9’uncu yıl dönümünde babalarını anlattı.
Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş, Rauf Denktaş’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra kullandığı ofisinde, Türk Ajansı Kıbrıs’a (TAK) konuştu.
“Sadece biz değil, toplum da babasız kaldı… Onu çok özlüyoruz”
Çocukluktan itibaren babalarıyla ilişkilerini, birlikte yaşadıkları güzel ve zor günleri, unutamadıkları anları dile getiren Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş, “O öldükten sonra sadece biz değil, toplum da babasız kaldı. Onu çok özlüyoruz” dediler.
“Babanızdan kalan en büyük miras ne?” sorusuna yanıtlarıysa net; “Başımızı dik tutabildiğimiz onurlu bir soyadı ve devleti yaşatma arzusu”…
Kıbrıs’tan zorunlu gidiş, Ankara’daki çocukluk yılları
Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş’ın akıllarında kalan ilk anılar 1964’te küçük birer çocukken gittikleri Ankara yıllarına ait.
Serdar Denktaş, o gergin dönemde, adadan ayrılış gününü şöyle anlatıyor:
“Benim aklımda kalan ilk anı 1964’te buradan ayrılışımızdır. Evin, mahallenin her iki tarafı dikenli tellerle çevrilmiş. Evin önündeki merdivenin üzerinde 15 kadar insan. Kimisinin elinde şiş, kimisin elinde çifte. Birkaçının elinde Sten, el yapımı. O günlerde ortaya çıkan söylenti Denktaş’ın ailesinin öldürüleceği yönünde. Çünkü Londra Konferansı dönüşünde Denktaş yasaklı, gelemiyor. Aile ise burada.
İki-üç tane siyah araba geldi. Daha sonra o arabaları Klerides’in gönderdiğini öğrendim. O arabalarla bizi havaalanına götürdüler ve ailece Ankara’ya gittik.
Ankara’da 6 ay kadar Vedat Çelik’in evinde misafir edildik. Ta ki babam bir yer bulsun kiralayalım, geçelim. Kolay yıllar değildi. Baba çok fazla evde değil. Türk Dışişlerine girişi, koridoruna bile girişi yasaklanmış durumda. Aniden yurt dışına gidiyor, avukatlık mesleğini yürütüyor İngiltere’de, geri geliyor birkaç kuruş kazanarak.”
O dönemde annesinin de sık sık rahatsızlandığını ve ameliyatlar olduğunu anlatan Serdar Denktaş, ağabeyi Raif’in yatılı okulda okuduğunu, kendisinin ve kardeşlerinin orada okula başladığını, babasının yurt dışında, annesinin ise sağlık sorunları yaşadığı dönemde zaman zaman kendilerine amcasının eşinin baktığını hatırlıyor.
Raif’in “dönelim” baskısı ve Kıbrıs’a özlem
Hatırladığı bir diğer konuysa, sürekli Kıbrıs’a dönmek isteyen ağabeyi Raif’le babası arasındaki sıkıntılar.
“O dört yıl benim açımdan, özellikle Raif’in babamla olan sıkıntılarıyla geçti. Eve geldiğinde Raif yatılı okuldan, okulda arkadaşları kendisini suçladığı için o da babama ‘memleketimize dönmeliyiz, orada olmalıyız’ diye sürekli baskılar yapardı. Bir taraftan Raif’in geri dönelim baskısı, bir taraftan babamın öfkesi. Dönmek ister ama kendi elinde olan bir şey değil. Annemin rahatsızlıkları. Biz de bu sıkıntıları hissederdik, yaşardık. Kolay yıllar değildi açıkçası.”
Kıbrıs’a özlem duyan sadece Raif değil, ailenin tüm fertleriydi aslında. Serdar Denktaş, Mustafa Hacıahmet’in Kıbrıs’tan Ankara’ya gelişinde yaşananları da unutmuyor.
“Aklımda kalan birkaç anı o yıllardan, Allah rahmet eylesin Mustafa Hacıahmet’in Kıbrıs’tan Ankara’ya gelişidir. Kıbrıs’tan geldi ve uçaktan iner inmez bizim eve uğradı. Annemin Mustafa Hacıahmet’in üstüne sarılıp, ‘Kıbrıs kokar ne güzel’ diye ağlamasını hiç belleğimden silemem. O özlem hep devam etti.”
Ekonomik sıkıntılar
İlk dönemde babasının Kıbrıs’taki maaşının devam ettiğini, ancak sonra onun da kesilmesiyle ekonomik olarak zor bir dönem geçirdiklerini söyleyen Serdar Denktaş, Rauf Denktaş’ın Boğaz bölgesindeki iki evinden birini ucuz bir fiyata satmak zorunda kaldığını, diğer evin de uzun yıllar polis karakolu olarak kullanıldığını kaydediyor.
Ender Denktaş Vangöl de, anne ve babasının o yıllardaki fedakar tutumlarını anımsıyor. Annesinin son derece tutumlu davranmak zorunda olduğunu, babasınınsa para kazanmak için geceleri çeviri yaptığını anlatıyor.
“Annem çok tutumlu insandı. Hatırlarım, önce bizi yedirirler doyururlar, sonra kendileri yerlerdi. Bir de hiç unutmadığım daktilo sesidir. Babam evde tercümanlık yapardı sırf para kazanmak için… Tak, tak, tak o daktilo sesini geceleri sürekli duyardık.”
Değer Denktaş ise, ekonomik sıkıntıların evde bir huzursuzluk olarak kendilerine yansıtılmadığını, hatta birçok sıkıntının kendilerinden gizlendiğini söylüyor; “Babam Kıbrıs’a gidip yakalandığında bile bize önce söylemediler” diyor.
Denktaş’ın yakalanması ve “Kıbrıs’a muhteşem dönüş”
Ender Denktaş Vangöl de Rauf Denktaş’ın Kıbrıs’a gelip yakalandığı haberini okula gittiğinde öğrendiğini söylüyor.
“Yakalandığı gün haberimiz yok bizim, okula gittik. Babamın resmini tahtaya asmışlar, ‘Kıbrıs Kahramanı Rauf Denktaş esir düştü’ diye bir yazı.
Eve geldiğimizde annemizin hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlarım. O sırada Vedat Çelik’in eşi dedi ki, bir komşumuz hastalandı, anneniz onun için ağlar, söylemiyorlar bize. Ama Raif, eve geldiğinde haberi büyük bir coşkuyla aktardı. Hem sevinç, hem üzüntü. Evet yakalandı ama bunun sonucu bizim için Kıbrıs’a gitmek demek ona göre. Çok telaşlı olduğunu hatırlarım Raif’in. Hiç durmazdı yerinde, onun telaşını hatırlarım.
Ve tabii Kıbrıs’a dönüşümüz. O anı hayatım boyunca unutamam. Geldiğimizde meydandaki o yazı… ‘Kırık bir tekneyle bize koştun, şimdi 120 bin Kıbrıslı Türk sana koşuyor’ diye… Çok güzel bir pankart ve hiç akımdan silinmedi. Kıbrıs Türkü’nün babama o sarılışını görmek, hissetmek. Müthiş bir şeydi. Gidişimiz çok kötüydü ama dönüşümüz muhteşem olmuştu.”
Babasının yakalandığı haberi ve ardından Kıbrıs’a dönüş süreci Serdar Denktaş’ın belleğinde de net şekilde yerini koruyor.
“Annem Vedat beylerle sinemaya gitmişti. Gece telefon çalar, saat 8-9 gibi. Açtım, Yavuz Konnolu telefonda. ‘Annen nerede evladım’ dedi? ‘Sinemeya gitti’ dedim. ‘Böyle günde sinemaya mı gidilir?’ dedi. Halbuki ne bilsin kadın ne olur ne biter?
Tabii hemen istihbarat bir şekilde buldu onları. Bir saat sonra ağlayarak içeri girdiler. Vedat amcada endişeli bir yüz. İşte komşunun hasta olduğunu söylediler. Benim huyumdu herhalde, kapının aralığından ne konuşulduğunu dinlerdim. Ağabeyim Raif geldi sonra. Onun sevinci ‘Yakalandı ama babası korkak değildi. Gitti ama yakalandı’ şeklindey di. Raif’in yüzüne arkadaşları ‘siz Kıbrıs’tan kaçtınız hainler’ diye kartopunun içine jilet koyup atmışlardı. Kanlar içinde kalmıştı.”
Kıbrıs’a dönüşte Raif’in coşkusu
Kıbrıs’a dönüş, Denktaş ailesinin tüm fertlerini mutlu etmişti. Ancak Raif’in coşkusu başkaydı. Uçaktan inince toprağı öpecek, ertesi gün de askere, 22. Bölüğe katılacaktı.
“Raif benden 9 yaş büyüktü. Bir nevi evin büyük erkeğiydi babamın olmadığı zamanlarda. O hemen geldi sarıldı bana ‘babamız vatanımıza gitti’ diye. Endişesi var o belli ama müthiş de bir gurur, sevinç yaşamaktaydı.
Nitekim buraya dönüşümüzde uçağa bindik. Raif bir şeyler konuşur bana, ben anlamam. Kıbrıs şivesiyle konuşur çünkü, biz unuttuk o şiveyi. O dört yıl hiç Kıbrıs’a gidememiştik. Nedir söylediğin dediğimde, ‘merak etme sen da yakında böyle konuşacan’ dedi bana. Uçaktan indiğimizde eğilip torağı öptü Raif.
Eve geldik, ertesi gün Raif yok ortada. Nerdedir nerdedir diye annem, babam merak eder. O zaman 17-18 yaşlarında. Çıkıp geldi, mücahit elbisesiyle selam çakan bir genç. ‘Nedir oğlum’ dedi babam yaptığın? Gittim yazıldım dedi askere, 22. Bölükteyim. Lokmacı’da. 74 Harekatı’nı da orada geçirdi.”
Tatil diye gidilen görevler
Serdar Denktaş, Ankara günlerinde bazen babasının ‘hadi tatile gidiyoruz’ diye aileyi topladığını, ama aslında bunların bir görev ziyareti olduğunu ve ailenin çoğu zaman esas amacı gizlemek amacıyla kullanıldığını da belirtiyor.
Anamur’da ailece gidilen bir tatilin amacının aslında BRT’nin oradaki tesislerini teftiş amacı taşıdığını, bu ziyaretlerin TMT faaliyetleriyle ilgili olduğunu sonradan anlıyor.
“Yine bir gün ava gidiyoruz ‘Serdar sen da gel’ dediler. Koydular beni bir Volkswagen’in içine. Babam, Vedat Çelik, Fuat Veziroğlu. Aralarında da ben otururum. O da meğer TMT ile ilgili açık havada bir toplantı meselesiymiş. Yolda giderken Çelik’in tüfeği patladı ve dam delindi. Ama şüphe çekmemek için ‘işte çocuk da beraber ava gidiyoruz’ diyorlar. Ankara’nın dışında bir yere gittik. Oturdular, bir şeyler yaptılar. Av? Av yok tabii…”
“Çocukları ve halkı için sığınılacak bir liman”
Rauf Denktaş, müdadele ile geçen ömründe çocuklarına yeterince vakit ayıramadığını söylerdi. Çocukları da ona duydukları özlemi... Serdar Denktaş, zamanın çoğunda evde olmasa da babaları Rauf Denktaş’ın kendileri için hep “sığınılacak bir liman” olduğunu vurgular. Bu tanım sadece çocukları için değil, halkı için de geçerlidir.
“İşin doğrusu davasını her şeyin önünde tutan bir adamdı. Ama bizim için, çocukları için, Raif de dahil, hep sığınılacak bir limandı. Evde olmadığı için özlem de duyulan. O yokken bir şey oldu mu, ‘baba gelsin, baba ile konuşulur, baba sorunu çözer’ diye düşünürdük.
Yaşadığı stresi, sıkıntıları da eve yansıtmazdı. Zaten evde çok konuşan birisi değildi. Bize hep tavsiyelerde bulunarak yaklaşırdı.
Nitekim yıllarca bütün toplum da onu sığınılacak bir liman olarak gördü. Bir sorun oldu mu onun kapısı çalındı, çözdü çözmedi ama en azından bir tavsiyede bulundu. Bir çözüm üretmeye çalıştı. O tavrı aile için de, hepimiz için de geçerliydi.
“Kıbrıs Türk halkı onu omuzlarında taşıdı”
1970’li yıllar, görevi Dr. Fazıl Küçük’ten devarldığı dönemdi. Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı olarak göreve başlamıştı. Zor yıllarda Dr. Küçük’le birlikte halkın sarıldığı isimdi.
Ender Denktaş, babasının o dönemde Kıbrıslı Türkler arasında büyük ilgi gördüğünü ve kendisine güven duyulduğunu anlatıyor.
“O yıllar, bütün halkın ‘Denktaş ne derse olur’ diye düşündüğü yıllardı. Büyük bir güven duyarlardı ona. Toplumu oradan oraya sürükleyen bir yapısı da olduğu için o dönemde, hatta karı-koca kavga etse babamda bulunurlardı, ‘sen bizi barıştır’ diye.
O dönemde gerçekten Kıbrıs Türk halkı onu omuzlarında taşıdı. Gittiğimiz her yerde hep köy girişinden sonuna kadar mersin dalları olurdu. Hatta arabayı kaldırmaya kalkarlardı bazı yerlerde. O dönemlerde gerçekten inanılan, güvenilen bir toplum vardı. Sonrasında da öyleydi, ta ki yabancı mihraklar, Annan Planı döneminde işe karışana kadar…”
Denktaş’ın rüyası ve 1974 barış harekatı
Denktaş ve Kıbrıslı Türkler için dönüm noktalarından biri de hiç şüphesiz 1974 Barış Harekatı’ydı. Türk askerinin adaya ayak basması Kıbrıslı Türkler ve Denktaş’ın yıllardır beklediği bir şeydi. Rüyasında Girne Kapısı’nda gördüğü Atatürk’ün söylediği sözleri hiç unutmadı.
Serdar Denktaş, o günleri babasından dinlemişti.
“1974’e gidiş dönemi. Yine kendi ağzından bize anlattığı, gözleri dolu dolu anlattığı... Atatürk’ü görür rüyasında. Girne Kapısı’nda, ‘konjonktüre dikkat et Denktaş’ diye bir söz söyler Atatürk ve Denktaş uyanır. Bir müddet sonra, dönemin Türkiye Büyükelçisi Asaf İnhan çağırır kendisini. İnhan elçilikteki görüşmede ‘Denktaş konjonktür çok uygun bir noktaya geldi’ deyince babamın elinden düşer çakmak. Ve orada anlatır Asaf İnhan’a rüyasını. ‘Hayırlı olsun yarın Türk askeri adaya geliyor’ demiş Asaf İnhan.”
Serdar Denktaş, babasının o dönemdeki en büyük mutluluklarından birinin de Güney’de mahsur kalan Kıbrıslı Türklerin mübadele anlaşmasıyla Kuzey’e dönmesi olduğunu belirtiyor.
“Birinci ve İkinci Harekat tamamlandıktan sonra en büyük mutluluğu mübadele anlaşmasıydı. Klerides’le vardıkları mutabakat sonucunda bir subaya 5 sivil karşılığında, diğerleri bire bir şeklinde. Kıbrıslı Türklerin silahlarıyla, Atatürk büstleriyle, kimisinin aç bilaç ama mutlulukla dönüşü. Cumhurbaşkanlığı o dönemde mübadele ile gelenlerin ihtiyaçlarını karşılama yeriydi. Sıkıntılı bir dönemin olabildiğince rahat atlatılması için çaba harcadı.”
Üç evlat acısı… “Raif’in ölümünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı”
Rauf ve Aydın Denktaş, hayatlarında tam üç kez evlat acısı yaşadılar. Beyin rahatsızlığı olan Dilek'i 2.5 yaşında Londra’da, 7 yaşındaki oğulları Münir’i Rauf Denktaş İstanbul’dayken bademcik ameliyatında kaybettiler. Münir'in ölümünden 28 yıl sonra, Denktaş'lar bir kez daha evlat acısı yaşadı. İlk çocukları Raif'i, 1985'te, 34 yaşındayken bir trafik kazasında yitirdiler. Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş, hem büyük bir üzüntü yaşadılar hem de anne ve babalarının yaşadıklarına tanıklık ettiler. Her üç kardeş de “Raif’in ölümünden sonra hayatımız hiçbir zaman eskisi gibi olmadı” tespitinde bulundu.
Ender Denktaş Vangöl, o zor günleri söyle anlatıyor:
“Biz Ankara’dan döndük ve annem ertesi gün evde bir sandık açtı. Onun içinden ölen kardeşimizin, Münir’in son giydiği kıyafetler çıktı. Ve ilkokul defteri. İlk yazılarının olduğu defter. Annem ağlamaya başladı. Bir de hiç unutmam hep dondurma götürüdük Münir’in mezarına. Neden dondurma götürdüğümüzü yıllar sonra öğrendik. Ameliyata girmeden önce, ‘anne ameliyattan çıkınca bana dondurma al’ demiş, ve biz o dondurmayı yıllarca o mezara götürdük.
Raif’in ölümü ise bir yıkım oldu. Biz o dönemde anne ve babamın hıçkırıkları durmadan evimize gidemedik. Göstermemeye çalıştılar o acıyı bize ama, herkes gidince odalarına çıkınca duyardık hıçkırıklarını. Çok büyük bir acı, çok büyük bir yıkım, çok büyük bir eksiklikti ailemiz için. Babamın bir gün kimse yok zannettiğinde, duvara yaslanıp hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm.
Günlerce Nazım Hocayla mezarına gidip Kur’an okudular ve babam ondan sonra ‘Kur’an’dan İlhamlar’ diye kitap çıkarttı. Bize de hayatta güçlü kalmayı onu izleyerek öğrendik. Üç evlat kaybedip de ayakta kalabilmek bambaşka birşey. O güç ve irade babamda vardı.”
“Davaya ve Kur’an’a sarıldı”
Serdar Denktaş da bir yandan ağabeyinin üzüntüsünü yaşarken, diğer yandan anne ve babasına destek olmaya çalıştı.
“Bu konuyu biz babamla 30 Aralık gecesi 10 dakika kadar konuşup kapattık. O günden sonra da o günlerde yaşananları konuşmamaya çalıştık. Çok acı günlerdi. Kur’an’a sarıldı. Şeyh Nazım’ın çok yardımı oldu o günlerde ona. Bir de kısa bir süre sonra başlayan Kıbrıs’la ilgili yeni bir görüşme süreci. Bir yerde güçlü olmasını gerektirdi. Söylediği de oydu zaten. ‘Benim gücümü kırmaya çalışıyor birileri, onlara fırsat vermeyeceğim’ derdi.
Raif’i geçirdiği kazanın ardından Ankara’ya götürdüğümüzde bütün gün yanındaydım. Arada bir saat eve gelir, birşeyler yer geri dönerdim hastaneye. Her geldiğimde babamı Kur’an okurken bulurdum. Annem sürekli yatıştırıcı alırdı. Hayatının sonuna kadar da kullandı o ilaçları.
Raif’i kaybettiğimizi söylemek için gittiğimde, odanın kapısından içeri girdiğimde babam yüzümden anladı. Hiçbir şey söylemeden döndü ve Kur’an okumaya devam etti. Annem de yüzümden anladı, koşup sarıldı üstüme ‘söyle bana ne oldu’ diye. ‘Anne kaybettik’ dedim. Düştü bayıldı. Babam sadece Kur’an’a odaklıydı ve konuşsan da cevap verecek durumda değildi. Sadece Ankara’ya getiriken uçakta sedyedeki ağabeyime sarıldı ‘oğlum Raif’im’ diyerek. Gerekten içine ‘ben güçlü kalmalıyım’ inancını koymasaydı ve o davaya sarılmamış olsaydı ayakta kalması çok mümkün değildi. Çümkü Raif siyaseten çok daha fazla ona yardımcı olabilen yanında durabilen bir yapıdaydı.”
“Allahım eğer Kıbrıs Türkü’ne bir şey olacaksa şu anda canımı al ve ne olur bana gösterme”
Denktaş için zor dönemlerden biri de hiç kuşkusuz Annan Planı dönemi, aynı dönemde yaşadığı sağlık sorunları, iç siyasetteki gelişmeler, uluslararası baskı ve görevi bırakma kararıydı.
Ender Denktaş o günleri “Gerçekten hepimizde derin yaralar bırakan bir süreç” sözleriyle özetliyor.
“Babam New York’ta hastanede nerdeyse nefes alamayacak durumda. Ameliyata yattı ve Annan Planı süreci var. Ben Kıbrıs’tan haber almaya çalışıyorum sürekli. Serdar ve Değer yanında. Ama babam bir türlü uyanmadı ameliyatın ardından. Serdar’la konuşuyorum ‘Her şey olabilir’ diyor. Böyle bir süreçte Annan Planı ile ilgili çalışmalar yapılıyor.
Tabii sonra büyük bir itibarsızlaştırma süreci başladı. Basından tut bütün sendikalar, halk… Benim 7 yaşındaki çocuğumu okulda diğer öğrenciler başından tutup havaya kaldırıyorlar ayakları yerden kesildi. ‘Söyle dedene imzalasın planı” dediler. Sonra özür diledi çocuklar ama düşünün çocuklara kadar inmiş bir durum.
O dönem Kıbrıs tarihine yazılmış kara bir sayfadır. Amerika’dan iki ay sonra gelebildi. Sonra da GATA süreci başladı. GATA’da yanında ben olmak istedim.
Orada yaşadıklarımız bambaşka. Lahey Zirvesi var. Ve babam ilk kez televizyonda halkını görüyor, meydanlarda kendine sövmeleri duyuyor ve gözleri dolu dolu, ‘Beni odama götürün’ dedi.
O geceyi hayatım boyunca unutamam. Televizyonda kalabalıkları gördüğü gece. Annem grip oldu ve babamın yanında ben kalıyorum, o gece Çankaya’da. Dedim gideyim yavaş yavaş bakayım napar diye. Girdim yavaşca odaya, babam yatakta yatır ve ‘Allahım eğer Kıbrıs Türkü’ne bir şey olacaksa şu anda canımı al ve ne olur bana gösterme’ diye sayıklar..
Ve ben odadan nasıl çıktım. Annemin yanına gittim ve ‘anne böyle böyle der’ dedim. ‘Bırak’ dedi ‘O sayıklar ve deşarj olur rüyasında.’
Bir anne söyler bunu ancak. Ancak çocuğuna bir şey olacaksa ‘Allahım canımı al ve bana gösterme’ diye. Kurduğu Cumhuriyeti kendi evladı olarak gören bir lider ancak bunu söyleyebilir. Onun için çok ağır bir travmaydı.
Döndükten sonra referendum öncesi zaten toparlanmaya başladı. Dedi ki halkım arkamda değilse ben bu görevi illaki bu makamda yapmam. Bütün Anadolu’yu dolaşmaya başladı, orayı uyandırmak için. Son hastalandığı güne dek hiç mücadelesinden vazgeçmedi.”
“Ben oraya gidip Annan Planı’na evet diyemem”
Serdar Denktaş da o dönemde aynı zamanda Dışişleri Bakanı olarak babasının yaşadıklarına yakından tanıklık etti. Amerika’da ameliyattan sonra bir türlü iyileşememesi ve Türkiye’ye döndükten sonra toparlanması, içinde hep bir şüphe olarak kalacaktı.
“Amerika’da Mehmet Öz’le konuştuk, dedi ki ‘basit bir ameliyat bizim için. Bir haftada kalkabilir.’ Ama ameliyattan sonra gittikçe kötüleşen bir durum var. Derviş Oral da bizimle, istişare ettik ve ‘dönelim Türkiye’ye’ dedi. İyileşme safhasını Türkiye’de yaşadı. O hep bir şüphe olarak kaldı içimizde o süreçte.
Babam tam iyileşmedi ama bir yandan da Annan Planı’yla mücadele etmek durumunda kalıyor.
Nihayet Bürgenstock dönemi, ‘ben oraya gidip evet demem’ diyor. Hayır dememek için de baskı yapılıyor. Dedim ki ‘Türkiye kanadı görüşülmesi talebiyle ısrar koyuyor. ‘Ben gitmem oğlum’ dedi. Dedim ki Güney hayır diyecek. Sen evet diyeceğini belli etsen o taraf hayır diyecek zaten. ‘Mesele o değil oğlum’ dedi ‘madem ki ilk kez kapsamlı bir plan geliyor önümüze, eğer her iki taraftan hayır çıkarsa derdimizi anlatabileceğiz ancak.’
‘Talat ve seni eş görüşmeci olarak göndereyim’ dedi. Talat’la birlikte katıldık. Sürekli kapalı hattan temastayız. Birinci versiyondan beşinci versiyona kadar geldi iş. Papadopulos görüşme talebinde bulundu. Babamın bilgisi dahilinde görüştüm. Dedi ki ‘söyle, Denktaş kabul ederse BM Genel Sekreteri’ne birlikte gidelim, diyelim 1 yıl erteleyelim referandumu. Bir yıl bu işi Kıbrıs’ta konuşalım.’ Aradım söyledim böyle teklifi var diye. ‘En doğrusu olur’ dedi. Talat’a söyledim. ‘Yok inanma zaten o çözüm istemez. Hristofyas’ın sözü var evet diyecekler. Bir referandum isteriz’ yanıtını verdi.
Şundan eminim, Denktaş kendisi gitmiş olsaydı, planın kabul edilmemesi halinde Kıbrıslı Türklerin geleceğiyle ilgili bir şeyi yazılı olarak talep etmeden ve almadan asla imzayı atmazdı. Ben gündeme getirdim bunu ama kabul görmedi.”
En büyük üzüntüsü, özlemi, mutluluğu ve başarısı
Çocukları, Denktaş’ın evlat kaybından sonra en üzüldüğü dönemin Annan Planı dönemi ve halkın verdiği destek olduğu görüşünde.
Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş, babalarının en büyük başarısının KKTC’nin kurulması, en mutlu olduğu anların torunlarıyla geçirdiği vakitler, en büyük özlemininse Türkiye’den iş adamlarının da yatırımlarıyla KKTC’nin kendi kendine yeten, üreten bir ülke haline gelmesi olduğunu belirtiyor.
En büyük mirası
Çocukları, “en büyük mirası ne oldu” sorusuna da benzer yanıtlar veriyor:
“Eksikliklerini gidermiş bir devlet ve o devleti yaşatma arzusu, başımızı dik tutabildiğimiz bir soyadı. Bıraktığı soyadını taşımak büyük bir onur büyük de bir sormluluk.”
Denktaş’ın müthiş bir Atatürkçü, ama ezberci bir anlayışla değil, inanarak, ilkelerini benimseyen bir Atatürkçü olduğunu aktaran çocukları, babalarının aynı zamanda dinine bağlı ama dini siyasete alet etmeyen bir yapıda olduğunu belirtiyor, karakterini “bağımsızlık” olarak tanımlıyor.
“Onu çok arıyor ve özlüyoruz”
Serdar Denktaş, Ender Denktaş Vangöl ve Değer Denktaş, ‘o öldükten sonra biz de toplum da babasız kaldı’diyorlar ve Rauf Denktaş’ı çok aradıklarını ve özlediklerini söylüyorlar. Tıpkı Kıbrıs Türk halkının da aradığı ve özlediği gibi…