Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (2)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (2)

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Erdoğan’ın Askerlerle Dansı

Türkiye’de yaşanan kutuplaşma sonucunda oluşan cepheler arasında güç gösteresinin “birinci turu” Kıbrıs Sorunu çerçevesinde yaşandı. Helsinki Zirvesi ile Türkiye’nin AB yolunun açılması, Türkiye’de demokrasi karşıtları kadar Kıbrıs’ta çözüm karşıtlarını da harekete geçirdi. Giderek güçlenen AB taraftarı kamuoyu ilk kez gözlerini Kıbrıs’a çeviriyor ve Denktaş’ın uzlaşmaz tavrını tartışmaya açıyordu. Denktaş’ın Helsinki Zirvesi’nden (1999) sonra Kıbrıs görüşmelerinden çekilmesi Türkiye’nin AB üyeliğine indirilmiş bir darbe gibiydi. Türkiye’de basın eleştiri dozunu giderek artırıyor, Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkök, “gelecek kuşaklara bunun hesabını veremeyeceksiniz” diyordu. Sonunda Denktaş görüşme masasına dönmek zorunda kaldı ve Annan Planı’na  götüren süreç başlamış oldu.

  Öte yandan, Kıbrıs Türk toplumunda yıllardan beri içten içe yaşanan kaynama yeni ve dinamik bir çıkışın habercisiydi. Şoven bir liderin yönetiminde, sabah akşam kan ve toprak kutsiyetine dayalı nutuklar dinlemekten bezmiş Kıbrıslı Türklerin ne iradesine, ne de kimliğine saygı duyuluyordu. Denktaş, Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’nin bir vilayeti gibi yönetiyordu ve Kıbrıslı Türkleri Türkiye’nin “jeopolitik çıkarları” için daha büyük fedakarlıklar yapmaya çağırıyordu. Kan, toprak ve Türkiye’nin yaşam alanı (Lebensraum) gibi fetiş kavramlar üstüne bina edilen “milli politika”, Kıbrıslı Türkleri ve toplumun geleceğini dikkate almıyordu. Bütün bunlara sonu gelmez ekonomik bunalımlar da eklenince, Kıbrıslı Türkler barış için yollara dökülmeye başladı. Kıbrıs’ta barış ve AB üyeliği giderek daha büyük sayıda Kıbrıslı Türk’ü harekete geçiriyor ve Türkiye’nin AB üyeliğini savunan güçlerle köprüler kuruluyordu. Türkiye medyası ilk defa sayfalarını ve televizyon kanallarını Kıbrıslı Türk muhaliflere açıyordu. İşte böyle bir konjonktürde Kemalist modernitenin “medenileştiremediği” AK Partinin iktidara gelmiş olması umutları iyice artırıyordu.

Bu gelişmeler karşısında Kıbrıs’ta barışa ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan güçler bir tür “kader birliği” yaparak ayağa kalktılar. Bunlar açısından Kıbrıs’ta çözümü engellemek “bir taşla birkaç kuş vurmak” anlamına geliyordu. Hem AKP yıpratılacak, hem de Türk-AB ilişkileri sabote edilecekti…

Annan Planının masaya yatırılmasıyla birlikte AKP hükümeti ile Kıbrıslı Türk çözüm güçleri topa tutuldu. “Vatan, Millet, Sakarya” hamaseti başını aldı yürüdü.  AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak için yanıp tutuşan askerler Kıbrıs konusuna her zamankinden daha özel bir ilgi göstermeye başladılar. Askerlerin gözünde Kıbrıs, AKP’nin iktidardan düşürülmesi için kullanılacak bir araçtı. 26 Aralık 2002 tarihinde yapılan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısından sonra bir araya gelen komutanlar “Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün benimsenmesi” konusunda görüş birliğine vardılar. Böyle bir ortamda bir yandan SARIKIZ adlı “harekat planını” hazırlarken, diğer yandan da dikkatlerini Kıbrıs Sorununa çevirdiler. Kıbrıs Sorununu çözümsüz bırakmak ve Kıbrıs Türk muhalefetinin seçimi kazanmasını engellemek gibi ikili bir hedefe yöneldiler. Bu arada, amaçlarına ulaşmak için adeta “kader birliği” yaptıkları Rauf Denktaş’a destek veriyor, “sağlam durması” için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Askerlerin ve AB karşıtı ulusalcıların desteğini arkasına alan Denktaş, Kıbrıs’ın da üye olacağı AB’nin Kopenhag’da gerçekleştirdiği genişleme zirvesine katılmadı ve Annan Planını imzalamayı reddetti. Askerlerin ve Denktaş’ın bu hamlesiyle AKP hükümeti “ilk turu” kaybetmişti. Hasan Cemal, 12 Mart 2003 tarihli Milliyet gazetesinde, Özal’ın yıllar önce söylediği sözleri aktararak yaşananlara ışık tutuyordu: “Denktaş, koskoca Türkiye’yi burnundan yakalamış, istediği yere çekiyordu.” Kuşkusuz, Denktaş yalnız değildi. Türk ordusu, Kemalist bürokrasi ve AB karşıtı güçler tam bir ittifak kurmuşlardı. Denktaş, Annan Planını kabul etmek için ikinci şans olan Lahey toplantısına “hayır” demek için giderken, Erdoğan’ın “atanmışlara” yenildiği haberi gelecekti. Erdoğan, “Kofi Annan beni aldattı” diyerek bir adım geri atmak zorunda kalmıştı.

AB ve çözüm karşıtları zorlu bir “maç” kazanmış olmanın motivasyonuyla “ilerideki turları” da kazanmaya hazırlanıyorlardı. Tribünlerin “Kanla Aldık, Vermeyiz” ve “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacaktır” sloganlarıyla desteklenecek olan “maçların en çetini” AB ile oynanacak “yarı-final maçı” olacaktı. Bu “maçtan” da üstün ayrılmak için, yani, Türkiye’nin 2004 yılında AB’ye üyelik müzakerelerinin başlamasını engelleyebilmek için, her türlü “hazırlık çalışması” yine Kıbrıs üstünden yapılacaktı.

Ciddi bir yenilgi alan AKP şimdi bütün umutlarını Kıbrıs Türk toplumunda yaşanan başkaldırıya bağlamıştı ve dikkatlerini Kuzey Kıbrıs’ta yapılacak seçimlere çevirmişti. 2003 Aralık seçimleri sıradan bir seçim değildi. Bu seçimlerde statüko sorgulanıyordu: tamam mı, devam mı? Çözüm güçlerinin başarıyla çıktığı seçimden sonra başbakanlık koltuğuna oturan Mehmet Ali Talat ile Recep Tayyip Erdoğan arasında yakın bir işbirliği başladı. Erdoğan her ne kadar Talat’ın “zındık” olduğunu düşünüyorsa da, Kemalist Blok karşısında Kıbrıslı Türklerin çözüm iradesine sarılmaktan başka çaresi yoktu.

AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs Türk çözüm güçlerine yaslanırken, diğer yandan da içeride ve dışarıda ciddi bir hazırlık başlattı. Devletin çeşitli kurumlarını 1 Mayıs 2004 yılına kadar çözüm bulunmazsa, Türkiye’yi nelerin bekleyeceğine, ne gibi kayıpların yaşanılacağına ikna etmeye çalışıyordu. Türk tarafının sorumlu olduğu bir çözümsüzlük durumunda, Türkiye artık AB toprağı sayılan Kıbrıs’ı işgal etmiş sayılacak, 2005 yılından itibaren binlerce Kıbrıslı Rum’a tazminat ödemek zorunda kalacak, Türkiye’nin AB üyelik perspektifi tamamen ortadan kalkmış olacaktı. Ayrıca, AB üyesi Kıbrıs Rum tarafının eline geçireceği diplomatik üstünlüğü, Türk tarafına karşı sonuna kadar kullanacağı, dolayısıyla, Türk tarafının Annan Planını ve planda yer alan koruyucu önlemleri “arar duruma” düşeceği kesindi.

AKP hükümeti dış faktörleri de devreye sokmuştu. Başta ABD ve AB olmak üzere, Türkiye’nin ikna olabilmesi için çok çaba sarf edildi. Özellikle, ABD ve AB’nin Kıbrıs konusunda tam bir uyum içinde olmaları Türk Silahlı Kuvvetlerinin içindeki bazı kesimler üstünde etkili oluyordu. ABD’nin, AKP hükümetine darbe yapılmasına karşı çıktığı sır değildi. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de kuvvet komutanlarının görüşüne katılmıyor, AKP hükümetini devirmeye yanaşmıyordu.

Hazırlıklar tamamlanınca, 2004’ün başında başlayacak olan yeni Kıbrıs inisiyatifini artık başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan bizzat yönetecekti. Önce Davos’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile, ardından da ABD ziyaretinde Başkan Bush ile görüşen Erdoğan, Türk hükümetinin Kıbrıs Sorununu çözmeye hazır olduğunu söyledi. Bir yıl önce çözüm karşıtı “Kutsal İttifak’a” yenilen Erdoğan’ın “Annan beni aldattı” sözleri belleklerden henüz silinmemişti. Kofi Annan kesin bir güvence istiyordu. Erdoğan, Kofi Annan’ın koşullarını kabul etmişti. Üstelik, çözümsüzlük kahramanı Denktaş konusunda kimsenin endişeye kapılmasına gerek olmadığını, bu sorunu Türkiye’nin çözeceğini taahhüt etmişti. Açıkçası, Erdoğan bu sefer yenilmemekte kararlı idi ve en büyük müttefiki Denktaş’a başkaldıran Kıbrıslı Türklerdi.

Bu arada, darbe yapamayacağını anlayan komutanlar başka seçenekler düşünmeye başladılar. “Kıbrıs’ta herkesi Annan Planı aleyhine sokağa dökerek gösterilerin yapılmasını sağlama ve anavatan da bu hareketlere destek vererek hükümet aleyhine olay çıkarmak” konusunda görüş birliğine vardılar. (Alper Görmüş:2012) Fakat olaylar komutanların istediği gibi gelişmiyordu. Rauf Denktaş, AKP hükümetinin ve hariciyenin baskısına boyun eğerek New York’ta Kofi Annan’ın hakemlik teklifini de içeren önerisini kabul etmek zorunda kalmıştı ve Kıbrıs süratle Nisan ayında yapılacak referandumlara doğru yol alıyordu.

“Kıbrıs işi bizim kırılma noktamızdır” diyen komutanlar 28 Şubat 2004 tarihinde Oramiral Örnek’in evinde yeniden bir araya geldiler. Denktaş’tan aldıkları birçok “özel ve gizli mektubu” değerlendirdiler. Her toplantıda olduğu gibi bu toplantıda da “darbe işini” görüştüler. Darbe konusunda her zamankinden daha kararlıydılar: “Ne yapacaksak 9 Nisan’dan önce yapmamız gerekecek. Bu nedenle yanımıza Tümg. Can Teller’i de alarak gerekli planlamaya başlamaya karar verdik.” (Alper Görmüş:2012) Ne var ki, darbe yapmanın koşulları yoktu. En büyük engel ABD’nin tutumundan kaynaklanıyordu. Ayrıca, Genelkurmay Başkanı kuvvet komutanlarının görüşüne katılmıyor, ne yapmaya çalıştıklarını “gayet iyi” biliyordu. Sonunda, bütün umutlar Genelkurmay Başkanlığı’nın yapacağı Kıbrıs açıklamasına bağlandı. Kuvvet Komutanları TSK’nin alacağı tavır sonucunda Kıbrıs Sorunun çözümsüz kalacağını, bunun da AKP’yi yıpratacağını umuyorlardı. İşte bu yüzden Hilmi Özkök’ün benimseyeceği Kıbrıs açıklaması tarihi öneme sahipti. Rauf Denktaş da Genelkurmaydan gelecek açıklamayı bekliyordu. O da bütün umutlarını Genelkurmayın yapacağı Kıbrıs açıklamasına bağlamıştı. Bu konuda 22 Temmuz 2008 tarihli Yeni Çağ gazetesinde aynen şöyle diyordu: “Bahsettiğiniz günlerde beklentimiz hiç olmazsa askeri kanadın yapacağı bir açıklamayla, referanduma gidecek halkımızın, Türkiye’nin devlet olarak Annan Planını desteklemediğini, desteğin sadece, ABD tarafından ikna edilmiş iktidar partisi tarafından geldiğini gösterecek bir Genelkurmay açıklamasıydı.” 

  Ne var ki, “beklenen açıklama” hiç bir zaman yapılmadı ya da beklendiği gibi yapılmadı. 4 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs konusunu görüşmek üzere Genelkurmay Başkanlığı’na “sivil ve arka kapıdan” davet edilen kuvvet komutanları tam bir düş kırıklığı içindeydiler. Yakın tarihe yön veren bu toplantı Oramiral Örnek’in günlüklerinde şöyle değerlendiriliyordu: “Genelkurmay Başkanı demokrat olduğu için mi, korktuğu için mi bilmiyorum ama hükümet aleyhine hiçbir şeyin bildiride yer almasına izin vermiyor. Bildiride sadece deregasyonlar konusu vurgulanıyordu. (…) Israrın anlamı yoktu. Neticede komutan oydu ve Kara Kuvvetleri Komutanı da yavaş yavaş onun yanında yer almaya başlamıştı…” (Alper Görmüş:2012)

Bu satırlar sadece kuvvet komutanlarının “yenilgisine” tanıklık etmiyor. AKP’nin Kıbrıs’ı kullanarak AB perspektifi içinde Türkiye’de gücünü nasıl sağlamlaştırdığını da anlatıyor. Tabii, Rauf Denktaş’ın düşüşünü de… Kıbrıs Türk halkının büyük çözüm yürüyüşü karşısında bütün ümitlerini askerlerden gelecek açıklamaya bağlayan Rauf Denktaş kariyerini tam bir düş kırıklığı içinde noktalamak zorunda kaldı. Genelkurmay’ın açıklaması Annan Planını reddetmediği gibi plana destek olarak da yorumlanmıştı. Denktaş, 22 Temmuz 2008 tarihli Yeni Çağ gazetesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Beklenen bildiri yayımlandı ve Annan Planını destekler mahiyette algılandı. Bu da Kıbrıs’ta evet oyunu tetikleyen bir etki yaptı.”

Görüleceği gibi, Kıbrıs Sorunu AKP’yi devirmek için araçsallaştırılırken, AKP de Kıbrıs Sorununu kendi amaçları doğrultusunda işlevselleştirdi. Varlığını korumak için Türkiye’nin yüzünü bir an önce AB’ye doğru çevirmek gerektiğine karar veren AKP, Kıbrıs’ta çözüm karşıtı bir politika izleyemeyeceğini biliyordu. Kısacası, Türkiye’de çatışan güçler Kıbrıs konusunu kendi gündemleri için ayrı ve farklı yönlerde araçsallaştırdılar. Asker tarafı adayı çözümsüzlüğe mahkum edip AKP’yi vurmak isterken, AKP de çözüm yanlısı açılımlar yaparak AB üstünden kendini korumaya çalışıyordu.
 

(Devam Edecek)

Dergiler Haberleri