Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (3)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (3)

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Erdoğan’ın Önü Açılıyor

Nisan 2004’te yapılan referandumlarda Kıbrıslı Türklerin % 65’inin Annan Planına “Evet” demesi Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin önünün açılmasında önemli bir rol oynadı. Türkiye resmen AB’ye üye olmaya hak kazandı ve 2005 yılında üyelik müzakerelerine başladı. Bu, Erdoğan’ın Kemalist blok karşısında elinin güçlenmesi anlamına geliyordu. Yeni süreçte Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesiyle yapılan reformlarla Kemalist düzen yapı-sökümüne uğratılacaktı. Üstelik, Kemalizm’in “Batılılaşma” saplantısı adına...

AKP’nin risk alarak Annan Planına “evet” demesi elbette önemliydi. Fakat “evet” derken Kıbrıslı Rumların “hayır” diyeceklerinin önceden kestirildiğine ve “çözüm oyununun” bunun üzerine bina edildiğine dair bazı işaretler var. Bu konuda en sağlam “kanıt” o dönemde dışişleri bakanlığında müsteşar yardımcısı olarak görev yapan ve AKP ile yakın işbirliği içinde olan Büyükelçi Baki İlkin’in Oramiral Örnek’e söyledikleridir. 8 Kasım 2004 tarihinde Oramiral Örnek’i ziyaret eden İlkin, Oramiral’a aynen şunları söylüyordu: “Annan planı kapsadığı konular itibariyle zaten GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) tarafından kabul edilemezdi. Zira onların devletlilikten vazgeçip yeniden bir devlet kurmalarını, Türk askerinin kalmasını ve mala mülke dönüşü gecikmeli olarak sağlaması nedeniyle kabul edilemezdi. Biz bunu başından sezerek bir risk aldık. Aldığımız risk fazla da değildi. Eğer biz ‘evet’ dersek onların ‘hayır’ diyeceğini kabul ederek çalışmalarımıza başladık. DİB’e (Dışişleri Bakanlığına NK), bizim amacımız Kıbrıs sorununu çözmek değil ama AB’ye giden yolda bir engel olmasını önlemek diye bildirdik. Nitekim faraziyemiz gerçekleşti ve GKRY ‘hayır’ dedi” (Alper Görmüş: 2012).

AKP hükümeti istediğini elde edip AB ile üyelik müzakerelerine başladıktan sonra Kıbrıs Sorunu AKP için artık çözüm bekleyen öncelikli bir sorun olmaktan çıktı. Referandumdan hemen sonra Recep Tayyip Erdoğan ile Mehmet Ali Talat arasında geçen bir telefon konuşmasında Talat’ın “şimdi bu dünyanın Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletlerin, bize işte ambargoları gevşetelim, yumuşatalım falan gibi yaklaşımları bizi tatmin etmez. Biz çözüm istiyoruz” yönündeki görüşlerine karşı Erdoğan, önceliğin çözüm değil ambargoların kaldırılması olduğunu söylüyordu: “Burada Sn. Talat bir şeye tabii çok dikkat edeceğiz. (...) Şimdi, o nihai çözüm diyebileceğimiz çözüm, tabii bu birden gelmeyebilir. Onun için, şimdi bir süreç başlıyor. (...) Şimdi biz bu başlayan süreci kendi kontrolümüzde götürmeliyiz. (…) Şimdi bak, şu anda Amerika’nın Kuzey Kıbrıs’a uçak indirmesi düşüncesi, Güneyden Birleşmiş Milletlerin temsilciliğini kapaması kararı. (...) Bütün bunların olmasını dünya kamuoyu, Türkiye ve Kıbrıs, yani Kuzey Kıbrıs çok farklı değerlendirir. (...) Lehte değerlendirir yani bunlar psikolojik netice itibarı ile bize çalışır. (...) Yani süreç şu anda lehte. (...) Ben bugün orada da vurguladım dikkat ederseniz, uluslararası tecrit politikaları Kıbrıs’a karşı artık kalkmalıdır. (...) Bir defa bunu, bunu bir defa öncelikle bunu halletmemiz lazım. (...) Ve bir gazeteci orada, peki ülkeler tanımaya başlarsa ne dersiniz. Ona ne denir dedik. Şimdi o başlar bir tarafta. Hele hele, yani Amerika’nın tanıyorum demenin dışındaki her şeyi yapar hale gelmesi birçok şeyin kapısını açar zaten. (...) Ondan sonra de-facto durum zaten.”

AB ile üyelik müzakerelerine başlayan AKP hükümeti süratle reformlara yöneldi ve Türkiye’nin çehresini değiştiren önemli değişiklikler yaptı. Ordunun kurumsal gücünü kırdı ve Kemalist blokun önüne koyduğu engelleri tek tek aşarak muazzam başarılara imza attı. AKP’yi kapatmaya yönelik girişimler, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemeye dönük çabalar, “Beyaz Türkleri” harekete geçiren “Cumhuriyet Mitingleri” sekteye uğratıldı. AKP, her seferinde sandıktan daha güçlü çıkarak yoluna devam etti. Kürt sorununun çözümüne dönük önemli adımlar attı ve esaslı anayasal değişiklikler gerçekleştirdi. 2007 yılında ordunun internet üzerinden verdiği muhtıraya karşı cesurca karşı çıkması ve ordunun geri adım atmak zorunda kalması tam bir kırılma noktasıydı. Askerlerin bu girişiminden sonra karşı saldırıya geçen AKP hükümeti, darbe girişimlerinde adı geçen subayları, hatta darbeyi düşünmüş olanları bile yargı önüne çıkardı. Bu, AKP’nin sadece hükümeti değil, artık iktidarı da ele geçirdiğinin en açık kanıtıydı. Belirtmekte yarar var; AKP askeri vesayet rejimini yıkarken Fethullah Gülen cemaatinin bütün desteğini yanında bulmuştu.  

Recep Tayyip Erdoğan bu girişimleriyle bir yandan geniş halk yığınlarını mıknatıs gibi yanına çekerken, diğer yandan da giderek arttan bir şekilde dış dünyanın sempatisini kazanıyordu. Yabancı basında çıkan makalelerde kendisinden övgü dolu sözlerle bahsediliyor, Atatürk’ten sonra en büyük lider olduğu söyleniyordu. Özellikle, 2007 ve 2010 yıllarında yapılan anayasal reformlar Erdoğan’ı ve partisini Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli taşıyıcısı kılmıştı veya öyle görülmelerine neden olmuştu.

Otoriterleşmeye Doğru

Recep Tayyip Erdoğan hızlı bir tırmanış trendi yakalayıp Kemalist vesayet rejimini yıkarken sadece kendi seçmeninden değil, çok geniş çevrelerden de destek buluyordu. 2011 seçimlerinde % 49.8 oranında oy alan AKP başarının doruklarında geziniyordu. Fakat gücü artıp iktidarı sağlamlaştıkça, otoriterleşme eğilimleri de görülmeye başlandı. AKP’nin kuruluş aşamasında ilan ettiği “Muhafazakâr-Demokrat” anlayışın “demokrat” kulpu giderek silinmeye yüz tuttu. Kemalist modernleşme Osmanlı/İslam geleneğini “Öteki” olarak kurgularken, AKP Kemalist radikalliğin doruk noktaya ulaştığı Tek-Parti dönemini “Öteki” olarak kurguluyor ve giderek daha büyük oranda Osmanlı/İslam geleneğini ihya etmeye yöneliyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, “Adalet”ten sadece “İslam’a dayalı Milli Kültür” ve “Milli İradeyi” anlarken, kalkınmadan da Neo-Liberal bir modernleşmeyi anlıyordu. “Dindar Kuşaklar” yetiştirmeye yönelirken muhafazakârlıkla bağdaşmayan tam bir toplum mühendisliği uyguluyordu. “Batının teknolojisine ‘Evet’ maneviyatına ‘Hayır’ diyerek Ziya Gökalp’ın yolundan gidiyor, Batı karşıtı söylemleri ön plana çıkarıyordu. Yola çıktığı zaman Menderes ve Özal’dan söz ederken –bu bir bakıma muhafazakâr demokratlık vurgusuydu- şimdi Necmettin Erbakan’ı da “sentezine” dahil ediyordu. Daha düne kadar Erdoğan’ı destekleyen liberal ve sol aydınlara karşı son derece anti-entelektüel bir tavır sergiliyor, onları aşağılamak için Cem Karaca’nın “Yarım Porsiyon Aydınlık” şarkısına atıf yapıyordu. Kürtaj üzerine söylenenlere ve “güçlü toplumu annelerin doğurganlığı” üzerinden tasarlayan anlayışına baktığımız zaman belki “muhafazakâr” özellikler görebiliyorduk ama bunları demokratlıkla bağdaştırmak imkânsızdı. Erdoğan’ın güçlü ve otoriter devlet anlayışını ön plana çıkarması gerçek bir demokratikleşmenin önünde büyük bir engel oluşturuyordu.

Yukarıda aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, AKP giderek muhafazakâr dozunu artıran ama “demokratik” duyarlılıktan ayrılan bir parti olma yolunda ilerliyordu. Oysa Kemalist vesayet rejimine son verdikten sonra demokrasiye yönelmesi bekleniyordu. Fakat gerçek şudur ki, AKP aslında Kemalizm’i baş aşağı çevirmişti. “En Hakiki Mürşit İlimdir” diyen tepeden inmeci, pozitivist, elitist, otoriter rejimin yerini “En Hakiki Mürşit Ahlak ve Dindir” diyen muhafazakâr, otoriter bir anlayış aldı. Kemalizm’in otoriter devlet anlayışı ile toplum mühendisliği metoduna bağlı kalarak kültürel kimliğin yukarıdan müdahalelerle yeniden yapılandırılması gerektiğini ileri sürüyordu. “Büyük Lider” temelinde tahayyül edilen ve giderek milliyetçi bir saplantı haline gelen “Güçlü Devlet” fikri demokrasinin alanını daraltıyordu. Açıkçası, Post-Kemalist Türkiye’de “Elitist-Laik-Otoriter Düzen” sona ermişti ama onun yerine “Muhafazakâr-Demokrat” bir düzen kurulmamıştı. AKP’nin muhafazakârlığı demokratlığının çok önünde gidiyordu. “Altı Ok’ta” özetlemek gerekirse, AKP’nin ilkeleri şöyle sıralanabilir:

1) Allah’ı ve Parayı Seveceksiniz.
2) Batı’nın Teknolojisini Alacaksınız, Ahlakını-Kültürünü Almayacaksınız.
3) En Az Üç Çocuk Doğuracaksınız.
4) Güçlü Millet Güçlü Devlet Demektir.
5) Dindar Toplum, Laik Devlet
6) Milletin İradesi Her şeyin Üstündedir (Bu Çoğulculuk Değil, Çoğunlukçu-Otoriteryanizmdir).

Dış Politika Cephesi

Necmettin Erbakan’dan farklı olarak, AKP’yi kuran yenilikçi kadrolar Batı dünyası ile iyi ilişkiler kurmayı fevkalade önemsiyorlardı. Bu yüzden AKP kurulur kurulmaz yüzünü AB ve ABD’ye çevirmişti. Fakat Erdoğan’ın 2009 yılında Dünya Ekonomik Forumda İsrail Devlet Başkanı Peres’e karşı sert çıkışı ve “siz öldürmeyi iyi biliyorsunuz” demesi, dış politikada bir süreden beri zaten devam etmekte olan din eksenli yaklaşımın doruğa tırmanması anlamına geliyordu. 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara krizi, Türkiye’nin yüzünü Orta Doğu’ya çevirdiğini gösteriyordu. Bu paradigma değişimi “Arap Baharı” ile iyice günışığına çıktı. Arap ülkelerinde rejimlerin gün gele çökeceğini ve Türkiye’nin önüne büyük fırsatların çıkacağını önceden kestiren ve “Stratejik Derinlik” kitabında kayda geçiren Ahmet Davutoğlu, “Arap Baharı” ile birlikte beklenen anın geldiğini düşünüyordu. Ne var ki, gelişmeler istenilen yönde olmadı. “Arap Baharı” rejim değişikliğine değil, rejim krizi ve iç savaşlara yol açtı. Ülkeler büyük bir istikrarsızlık için sürüklendi. Sünni İslam ekseninde bölgeye açılmayı umut eden Türkiye, bölgede derin bir yalnızlık içine sürüklendi. Sonuç, hem Batı’da, hem de Doğu’da itibar kaybeden bir Türkiye oldu. Erdoğan’ın Türkiye’si giderek içe kapanan ve otoriterleşen bir Türkiye olmaya doğru yol alıyordu...

(Devam Edecek)

Dergiler Haberleri