Feminist Atölye (FEMA)
info@feministatolye.org
Bundan tam yetmiş sene önce, Şubat 1943’te, Alman bireyler ile evli olmalarından dolayı sınır dışı edilmeyen 2,000 Yahudi Berlin’de hapsedildi. Nazilerin korku saldığı ve Alman topraklarında hiçbir Yahudi bırakmamayı ilke edindiği bir dönemde, eşleri tutuklanan bir grup Alman kadın, başarılı olacaklarından habersiz, kendilerini Berlin’in soğuk sokaklara attı. Yaşları, ekonomik durumları ve hayatları birbirinden çok farklı olan bu küçük grubu bir araya getiren cesaretleri, eşlerine duydukları sevgi ve Nazi politikalarına karşı içlerinde biriktirdikleri öfkeydi.
“Kocalarımızı bize geri verin” sloganıyla başlayan direnişte kadınlar, soğuğa ve Nazi askerlerinin tehditlerine rağmen bir haftadan fazla bir süre sokağı terk etmediler. Zor koşullar altında yürüttükleri mücadele kocalarının serbest bırakılmasıyla son buldu. Rosenstrasse Direnişi otoriteye karşı gelen cesur kadınların hikayesidir. Direnişe katılan kadınlardan Elsa Holzer, “Rosenstrasse’e ilk gittiğimde yalnız olacağımı düşünmüştüm. Oraya gitmenin işe yaramayacağına inanmama rağmen, gidip olan biteni kendi gözlerimle görmek istedim. Eğer protesto ile ne elde edebileceğimi oturup ciddi ciddi düşünmüş olsam, bu işe kalkışmak için yeterli sebebim olmazdı zaten. Ama biz onlara kocalarımızı bırakmaya niyetli olmadığımızı göstermek istedik. Rosenstrasse’a işten sonra her gün gittim. Ne zaman gitsem kalabalık bir grup beni karşıladı. Herkes oradaydı, tıpkı benim gibi. Direnişin en güzel yani buydu”. Protestonun olduğu hafta, son kalan Yahudilerden 7,000 tanesi daha Auschwitz’e götürülürken, Rosenstrasse’deki bu direniş rejime geri adım attırdı. Sadece burada tutuklanan değil, daha önceden tutuklanıp da Auschwitz’e götürülen ve Aryan (Yahudi-Alman evliliği yapmış kimselere verilen ad) olan Yahudiler de eşlerine geri gönderildi.
Feminist Biyografiler
Sevgi Soysal
1936 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Sevgi Soysal, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Arkeoloji eğitimi aldı. İlk eşi Özdemir Nutku ile evlendikten sonra Almanya’ya giderek Göttingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro derslerine katıldı. 40 yıllık hayatına üç evlilik ve üç çocuk sığdırdı. Geleneksel yapılara karşı geliştirdiği mesafeli duruşu, evlilik kurumundan öte aşka olan inancını pekiştirdi. Yaşadığı ilişkileri zamanı gelince bitirmeyi bildi. Bırakma duygusunu büyük bir cesaretle yaşayan kadınlardan biriydi. Romanlarında kurguladığı kadın karakterlerde de bu özelliği öne çıkardı. Ona göre bağımlılık, itaat sonucu tâbi olmayı beraberinde getirirdi. Özellikle 1964-1968 yılları arasında TRT’nin özgür yayıncılık yaptığı dönemde kurum içerisinde faaliyet gösterdi.
Feminist politika yaptığını dile getirmese de eserlerinde geleneksel değer yargıları tarafından üretilen kadınlık ve erkeklik ritüellerini eleştirdi. Bu yüzden dönemin sağ çevreleri kadar solda konumlanan yazarlar tarafından da ötelendi. Çünkü sosyalizmi her türlü sorunun nihai çözümü olarak görmedi. Ona göre “sosyalist devrim ezberi” toplumsal alanda yaşanan eşitsizlikleri ortadan kaldıracak sihirli değnek değildi. Özel hayatında olduğu gibi yazarken de herhangi bir kalıba girmek istemedi. Sevgi Soysal, kitaplarının yanı sıra Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde de köşe yazıları yazdı. 12 Mart döneminin koşullarını yansıtan birçok eser meydana getirdi. Dönemin idaresi tarafından hapsedilmesi ve sürgüne gönderilmesi edebi hayatına katkı sağladı. Özellikle “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” isimli çalışması, askeri yönetime karşı anti-militarist bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1975’te göğsü alındı ve 1976 yılında hayatını kaybetti.
Eserleri: Tante Rosa, Tutkulu Perçem, Yürümek, Yenişehirde Bir Öğle Vakti, Şafak, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Barış Adlı Çocuk, Bakmak, Hoşgeldin Ölüm.
Cadı Kazanı
Cinsiyetçi Medya İstemiyoruz!
Geçtiğimiz hafta Mağusa’da yaşanan kadına yönelik şiddet vakası yine cinsiyetçi medyanın kurbanı oldu. Birçok yayın organı haberi erkek şiddetini meşrulaştıran gerekçeler üzerinden şekillendirdi. Buna göre ayrıldığı sevgilisi tarafından yüzü jiletle kesilen kadın, “kıskançlık” neticesinde şiddete maruz kalmıştı. “Kıskançlık” kelimesinin tırnak içerisinde aktarılması, toplumsal algı üzerinde herhangi bir değişikliğe neden olmaz. Medyaya düşen görev ataerkil sistem tarafından üretilen güç ve denetim mekanizmalarını deşifre etmektir. Kıskançlık sevgiden değil, bireyler üzerinde kurulmak istenen denetim hırsından kaynaklanır. Bu sebeple kıskançlık temelli kadına yönelik şiddetin doğal değil, politik olarak üretildiğini söylemek gerekir. Erkek şiddeti politiktir. Cinsiyetçi medya ise bunu yeniden üreterek yaşanan mağduriyeti pekiştirmektedir.