David Edmonds ve John Eidinow tarafından 2007 yılında yayımlanan Rousseau’s Dog (Rousseau’nun Köpeği), Aydınlanma Çağı’nın bana göre en önemli filozofu olan Jean Jacques Rousseau’nun Fransa’dan kaçmasını ve bir diğer değerli filozof David Hume’un koruması altında İngiltere’ye yerleşmesini ve sonra bu ikili arasında geçen tartışmayı anlatır. Bir tarafta tümevarım, nedensellik, gereklilik, ahlak, deizm, ateizm tartışmaları ile çığır açan tarihçi, filozof ve diplomat David Hume, bir tarafta ise siyasetle, edebiyatla, eğitimle, müzikle, botanikle ilgilenen, “Toplum Sözleşmesi” gibi bizim toplumla ve dünyayla olan ilişkimizi sorgulatan ve değeri kelimelerle anlatılamayacak bir kitabın yazarı Jean Jacques Rousseau.
Kitabı değerli kılan, yazarların hayal gücü ile kurgulansa da gerçek bir hikayeye ve filozofların birbirlerine yazılan ve yayımlanan mektuplarına dayanmasıdır. Dönemin böylesine değerli ve ünlü iki karakteri arasında geçen ve kamusal alanda o zaman büyük yer bulan bu “ağız dalaşı” bugün bile hala dikkat çekebilen bir konudur.
Rousseau, 1762’de Toplum Sözleşmesi ve Emile’i yayımlamış ve 1766 yılının ocak ayında her iki kitaptan dolayı Fransa’dan sürülmüştür. 18. yüzyıl’da özgürlük bağlamında Fransa’dan çok farklı olan İngiltere, Rousseau gibi filozoflar için güvenli bir sığınaktı. Fransa’nın baskıcı rejimi, bağnaz olarak değerlendirilebilecek olan Katolikliği, İngiltere’nin özgür düşünce ortamı ile karşılaştırılamayacak noktadaydı. Bu yüzdendir ki Rousseau’nun yakın arkadaşları onu İngiltere’ye gönderebilmek için aracılar bulmaya çalışmış ve David Hume’a ulaşmışlardı. Hume, bu süreçte Rousseau’ya yardımcı olmak için gönüllü olmuş ve 10 Ocak 1766’da Calais’den Dover’e kalkan bir gemi ile ikilinin macerası başlamıştır. Maddi olarak sıkıntı içerisinde olan Rousseau’un yanında kitaba da ismini veren “Sultan” adlı köpeğinden başka bir şey yoktur. Bana kalırsa, kitabın ismindeki köpek, Rousseau’nun kendi köpeğinden çok Hume’u belirtir. Bazı eleştirmenlere göre ise Rousseau’nun aşırı hassasiyeti, depresyonu ve paranoyalarını gösteren bir tanımdır.
Rousseau ve Hume İngiltere’ye geldikten sonra, Rousseau sessiz ve sakin yerlerde kalmak istediği için, Hume’un genellikle kırsal kesimde yaşayan arkadaşlarının evlerinde misafir olarak kalmaya başlar ve Hume’dan uzaklaşır. Bu sırada Voltaire, Rousseau’nun İngiltere ve İngilizler ile ilgili söylediği olumsuz fikirlerini isimsiz bir mektupla yayımlar. Rousseau kendisine yapılan bu saldırıda Hume’un parmağı olduğuna inanır ve beraber kaldıkları dönemde kendisine gelen mektupları açtığını düşünen Hume’a saldırmaya başlar. Hume’un yardımıyla dönemin kralından maaş alma hakkı kazanan Rousseau, bunu da bir “aşağılanma” olarak görür. Son olarak da ingilizce bilmediği ve öğrenmek de istemediği için her konuşulanı (anlamasa da) kendi aleyhine sözler olarak algılayan Rousseau kendisini uluslarası bir komplonun kurbanı olarak görmeye başlar. İngiltere’ya kaçtıktan beş ay sonra Hume’a bir mektup yazarak kendisini, gururunu lekelemek amacıyla İngiltere’ye getirdiği için suçlar. Hume, Rousseau’nun akıl sağlığını kaybettiğini düşünse de saygınlığını yitirmekten korktuğu için hemen bir cevap yayımlar.
Yaklaşık bir buçuk yılın sonunda Rousseau başka birileri aracılığı ile Fransa’ya geri dönmeyi başarır ve daha sonra “İtiraflar” olarak yayımlanacak olan otobiyografisini yazmaya başlar. Bunu öğrenen Hume, kitapta kendisiyle ilgili kısımlar da olacağını düşünerek, Rousseau’dan önce davranmak ister ve aralarında geçen tartışma ile ilgili bir yazı yayımlar. Yazı Fransızca’ya çevrilerek Fransa’da da yayımlanır ve ses getirir. Şaşırtıcı bir şekilde, Rousseau sessizliğini korur ve hatta sonraki hiç bir kitabında ne Hume’dan ne de bu tartışmadan söz etmez.
Bu kavganın sorumlusu bugüne kadar her zaman Rousseau olarak gösterilmiştir. Rousseau’nun kitaplarını okuyan herkesin kolayca fark edebileceği gibi, Rousseau, şüpheci, anlaşılması ve anlaşması zor ve hatta kendini beğenmiş bir karakterdir. Hume ise Adam Smith’in deyimiyle “olabilecek insanların en iyisi” olarak görülen, kibarlığı, asaleti ve iyi niyetinden dolayı “le bon David” adını alan ve saygı gösterilen bir düşünürdür. Aydınlanma Çağı’nda rasyonalizm kazanırken, 18. yüzyılın sonlarına denk gelen bu tartışmanın da galibi aşırı duygusal, kalbinin rehberliğini her zaman aklınınkine yeğleyen Rousseau yerine Tanrı’ya inanmayan ve kendi aklını tek dayanak noktası olarak gören Hume olmuştur.
Hume empirik çalışan, gözlemlere dayanan akıl yürütmeyi savunan biriyken Rousseau tamamen hislerinin rehberliğine inanan, ne hissetiyse onu doğru kabul edip karşısındakine saldırabilen bir karakterdi. Eğer kendisini aşağılanmış hissetiyse, Hume kendisini aşağılamış demekti. İngilizce bilmediği ve konuşulanları anlamadığı için Hume’un kendisi hakkında konuştuğuna inanıyor ve bu şekilde hissettiği için de Hume’u suçluyordu. Hissettiklerinin sebebi hiç bir zaman onun alınganlığı, aşırı hassasiyeti ya da yanlış anlaması değildi; her zaman başkalarıydı;
“Hume ölçülüyken, Rousseau isyankar, Hume iyimserken, Rousseau kötümser, Hume sosyalken, Rousseau yalnız, Hume anlaşmacı ve ara bulmaya hevesliyken, Rousseau çatışmacı, Hume berraklıktan beslenirken Rousseau paradoxtan beslenen, Hume düz ve tutkusuz bir stile sahipken, Rouseau duygusal yazan bir karakterdi”.*
Rousseau gibi ‘irrasyonel’ bir karakterin akıl çağı’nda destek bulması imkansızdı ve aklı temsil eden Hume’un, duyguları temsil eden Rousseau karşısında galip geleceği belliydi. Her ne kadar da Russell gibi etkin filozoflar ilerleyen yıllarda Rousseau’nun tarafını tutmuş, onun sıra dışı olmasına rağmen “akıllı” Hume’dan daha etkili ve değerli olduğunu söylemişlerse de, 18. yüzyılın “baskıcı” olarak bile değerlendirebileceğimiz rasyonalitesi uzun yıllar Hume’un yanında olmuştu.
İşte bu yüzden, bu kavgayı 250 yıl sonra kurgusal bir şekilde okumak bize bu tartışmanın dönemin siyasal, sosyal ve entellektüel koşullarından da beslendiğini gösterir. Kitabın yayımlanması ile beraber artık Hume da suçlanmaya başlamıştır. Yazarlara göre Hume’un iyilik yapmaya çalışırken aslında Rousseau’yu aşağılamaya çalışması ve Rousseau’yu kendisinden daha üretken ve başarılı görmesi bu kavganın ana sebebidir. Fakat olay iki karakter arasında geçen bir konu değildir ve altında daha derin bağlamlar vardır. Hume ve Rousseau arasındaki ikilem aslında 18. yüzyıl’da gittikçe kutuplaşan İngiltere ve Fransa’dır. Hume ve Rousseau, akıl ve duygu, şehirli ve köylü, hatta olması gereken ve olan gibi ikilemleri de bizlere sunuyor. Ayrıca, “Rousseau’nun Köpeği” felsefe tarihinde bu kadar değerli fikirleri ve kitapları olan iki filozofun özel mektuplarına dayandığından, onların da zaafları olan insanlar olduğunu görmemizi, teori ile pratiğin filozoflar tarafından bile bire bir uygulanamadığını bir daha anlamamızı belki de dünyaya daha realist bakabilmemizi sağlıyor.
*David Edmonds ve John Eidinow, Rousseau's Dog: A Tale of Two Philosophers (London, 2006), 405 syf.