Dünya tarihinin en büyük katliamlarından biri olarak kabul edilen Ruanda Soykırımı, 20 yaşında.
Yaklaşık 100 gün içerisinde, 800 bin kişinin vahşice katledildiği şiddet olaylarının başladığı tarih olan bugün, soykırımın 20’nci yıldönümü olarak anılıyor.
Ve fakat anma törenlerine, bir kez daha Ruanda yönetimi ile Fransa arasında yaşanmakta olan gerginlik damga vuruyor.
Zira Ruanda Fransa’yı, soykırımın işbirlikçisi olmakla suçluyor.
***
Ruanda’da 1994 yılında yaşananların alt metninde, aslında ırka dayalı ayrımcılık var.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’nın idaresi Belçika’ya veriliyor.
Ve Belçika’nın, bölgede kontrolü elinde tutmak amacıyla uyguladığı ‘ayrıştırıcı’ politikanın, soykırımın ana zeminini oluşturduğu düşünülüyor.
Belçika, nüfusun % 9’unu oluşturan Tutsiler’i, nüfusun % 90’ını oluşturan Hutular’a karşı ‘desteklemek’ iddiasıyla bir siyaset üretiyor ve Tutsiler’e bir takım ayrıcalıklar veriyor.
O döneme değin Tutsiler ve Hutular’ın yaşamlarında ırksal anlamda bir farklılık bulunmadığı, ortak bir etnik geleneğe ve kültüre sahip oldukları, ancak Belçika’nın uygulamaları sonucu belirgin bir ayrım yaratıldığı söyleniyor.
Örneğin fiziksel özellikleri ya da ekonomik güçleri gibi sübjektif birtakım kriterler üzerinden kimlik tespiti yapıldığı, bu gibi kriterlerden hareketle insanların Tutsi ya da Hutu olarak birbirinden ayrıldığı ve üzerinde etnik kökenin belirtildiği kimlik belgelerinin dağıtıldığı, sosyal alanda ve devlet hizmetlerinde Tutsiler ile Hutular arasında belirgin bir ayrımcılığa gidildiği ve hatta Hutuların bazı hizmetlerden yararlandırılmadığı, Tutsilerin çok daha iyi yaşam koşullarına ve iş imkanlarına kavuşturulduğu ifade ediliyor.
Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bağımsızlık akımlarının güçlenmesiyle birlikte Belçika’nın Ruanda’da siyaset değiştirdiği; demokratik seçimlerde sandıktan sayıca üstün olan Hutuların çıkma ihtimalini hesaplayan Belçika’nın, o döneme değin baskıladığı Hutu’lara karşı daha ılımlı davranmaya ve hatta bir noktada onları desteklemeye başladığı anlatılıyor.
***
Ruanda’nın İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda bağımsızlığını kazanmasından itibaren soykırımın meydana geldiği 1994 yılına kadar yaşanan siyasi gelişmelerin, Belçika’nın uyguladığı ırka dayalı ayrımcı politikanın bir sonucu olduğu yönünde genel bir kanı var.
Nitekim bağımsızlığı takiben yapılan seçimlerde iktidara gelen Hutu milliyetçilerinin, Tutsi’lere yönelik olarak başlattığı ‘karşı’ uygulamalar derhal kendini göstermeye başladı.
On binlercesi çeşitli nedenlerle öldürüldü, cinayetlerin failleri devlet tarafından korundu.
1980 yılına gelindiğinde, başta Tanzanya ve Uganda olmak üzere komşu ülkelere sığınan Tutsilerin sayısı yarım milyona yaklaştı.
Ülkelerine dönebilmek için örgütlenen Tutsiler, 1990-1992 yılları arasında Hutu hükümetiyle silahlı mücadeleye giriştiler.
Bu iç savaşın ateşkesle durdurulmasının ardından, aşırı uçlardaki Hutular, kurdukları Interahamwe adlı örgüt aracılığıyla ülkedeki Tutsileri ve ılımlı addedilen Hutuları fişlediler.
Yurt dışından yüz binlerce satır getirtilirken (ateşli silah almaya güçleri ekonomik olarak yetmediğinden), bu satırlar ve çeşitli benzeri aletler, örgüt militanlarına dağıtıldı.
6 Nisan’da, Hutu olan Devlet Başkanı’nın uçağının düşürülmesini takiben ortaya çıkan gerginlikten faydalanan Interahamwe militanları, (uçağın Tutsiler tarafından düşürüldüğü iddiaları bulunduğu gibi, aşırı milliyetçi Hutuların bunu provokasyon amaçlı yaptığı da iddialar arasında), fişlenen Tutsi ve ılımlı Hutular’a karşı katliama giriştiler.
Hatta etraftaki cesetlere musallat oluyorlar diye, saldırganların ülkedeki köpekleri dahi katlettiği söyleniyor.
Bütün bunlar yaşanırken, yüzlerce kişi satırdan geçirilirken, Hutu hükümeti, bu aşırı milliyetçi Hutulara müdahale etmedi.
Katliam haberlerinin yayılmasıyla birlikte komşu ülkelerde sürgünde olan Tutsilerin oluşturduğu Ruanda Yurtseverler Birliği, ülkeye girip katliamcılarla savaşmaya başladı.
Soykırım, RYB’nin ülkeyi ele geçirmesiyle son buldu ancak 100 gün içerisinde toplamda yaklaşık 800 bin insan katledildi.
İç savaşın tam anlamıyla sona ermesi ise 2005 yılını buldu.
***
Soykırımın devam ettiği günlerde Fransa’nın, yönetimdeki Hutu hükümetine askeri yardım yapmaya başladığı ,hatta ülkenin bazı bölgelerini ele geçiren Fransız birliklerinin, Ruanda Yurtseverler Birliği askerlerinin o bölgelere girişlerini engelleyip, kendi egemenlikleri altında bulunan o bölgelerde neredeyse 200 bin kişinin daha katledilmesine göz yumdukları iddia edildi.
Fransa’nın, Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte, Birleşmiş Milletler'in bölgedeki işlevini azaltıcı diplomatik girişimlerde bulunması da bugün, bu ülkenin soykırımın ‘işbirlikçiliği’ iddialarıyla karşı karşıya kalmasının önemli nedenlerinden bir tanesi olarak gösteriliyor.
Tutsi kökenli Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame, hemen her fırsatta Fransa’nın ‘sorumluluğuna’ dikkat çekiyor.
Yıllar önce yaptığı bir açıklamada, soykırımı gerçekleştiren milisleri Fransız askerlerinin eğittiği yönünde önemli bir iddia ortaya koyan Kagame, son olarak Fransa’da yayımlanan ‘Jeune Afrique’ dergisine verdiği röportajda, Fransa ve Belçika’nın Ruanda Soykırımı’nda doğrudan rol oynadığını söyleyince, iki ülke arasındaki gerginlik bir kez daha tırmandı.
Kagame’nin bu son açıklaması üzerine Paris hükümeti, bugün Ruanda’da yapılacak olan 20’nci yıl anma etkinliklerine katılmaktan vazgeçtiğini duyurdu.
Bu diplomatik krizin, Fransa açısından yıpratıcı bir sonuç üretme kapasitesi yüksek olmasa gerek.
Çünkü Ruanda yönetiminin yıllardır dile getirmekte olduğu bu ‘iddialar’, bugüne değin herhangi sonuç alıcı bir yaptırıma yol açabilmiş değil.
Fransa’nın bunca zamandır attığı tek olumlu adım, ilk kez bundan iki ay önce, bir katliam sanığını yargı önüne çıkarmış olması.
Ruanda'daki azınlık gruplarından Tutsilere karşı soykırımı kışkırtma ve ülkedeki çoğunluğu oluşturan Hutu milislerini silahlandırmak suretiyle soykırımı organize etmekle suçlanan eski General Pascal Simbikangwa, Şubat ayında Paris’te, yargıç karşısına çıkarıldı.
Bu süreç, Ruanda’nın ısrarlı taleplerine rağmen soykırımla ilgisi olduğu düşünülen milisleri iade etmeyen Fransa’nın, ‘suçluları barındırdığı ve koruduğu’ şeklindeki iddialara karşı attığı önemli bir adım olarak gösteriliyor.
Tabii bu davanın nasıl sonuçlanacağı ve benzerlerinin devamının gelip gelmeyeceği de, davanın kendisi kadar önemli.