Ruhuna saplanmış usturayla doğan bebekler…

Aslı Murat

 

Kapıyı üç kere tıklattı. Buna alışkın değildim. Genellikle insanlar ikide duruyor, ses gelmezse devamını getiriyorlardı. “Buyurun” deyip, içeriye davet ettim. Girene kadar kafasını yerden kaldırmadı. Bir tuhaflık olduğu belliydi. Sadece derin derin nefes alıyor, dudaklarından dökülecek her bir kelime adeta boğazını düğümlüyordu. Bekledim.  Biraz telaşlandım ama belli etmemeye çalıştım. Sonuçta benden yardım istemek için gelen birinin karşısında dirayetli durmam, ortamı daha fazla germemem gerektiğini biliyordum. Su isteyip istemediğini sordum, masanın arkasından önüne geçip karşısındaki koltuğa oturdum. Böylece kendini daha rahat hissedebileceğini düşündüm. Öyle de oldu. En azından yüzüme baktı ve etrafına örmüş olduğu duvarın bir katmanını indirdi. “Merhaba”, dedi.

Bakışları donuktu. Öfkesini kontrol etmek ve hastalığının nüks etmesini engellemek için içtiği haplar buna neden oluyordu. Sürekli etrafı inceliyor, bir noktaya odaklanamıyordu. İletişimi sağlarken zorlanacağımı anladım. Profesyonel alanım olmamasına rağmen, psikolojiye duyduğum hayranlık sebebiyle birçok okuma yapmıştım. İnsan davranışlarının incelenmesi ve algılanmasına yönelik ilgim, yaşayacağım aksaklıkların en aza inmesine yardımcı oldu. Bir yerden başlamam ve O’nu konunun içine çekmem gerekiyordu. Havadan sudan, dereden tepeden konuşmaya başlayıp, çözülmesine yardımcı oldum. Birden gözleri parladı. Dile geldiğinde aktardığı her cümle içerisinde, pek çok duygu vardı; baskı, öteleme, yoksullaşma, sömürü, nesneleşme, yok oluş,  fiziksel ve psikolojik acı…

Yaşadıkları neticesinde ne kendini seviyor ne de kendine saygı duyuyordu. İki kere intihara teşebbüs etmişti. “Aman ha bundan kimseye bahsetme” dedim. “Niye” sorusuna karşılık olarak da konunun mahkemeye taşınabilecek bir suç olduğunu anlatmaya çalıştım. Bulanık bir zihni olmasına rağmen, gözlerimin ta içine baktı ve “Devlet bu güne kadar neredeydi? Dayak yediğimde, maaşım kocam tarafından elimden alındığında, aşağılandığımda ne yapıyorlardı?” diyerek hiç susmadan konuşmaya başladı. En azından bir yerden yola çıkabilmiştik.

Kendimi aşan bir alana girmek istemediğim için “psikolog yardımı alıyor musunuz” diye sordum. Bunun için parası olmadığını, krize girdiği anlarda psikiyatri tedavisi aldığını, hastaneye yatırıldığını ama düzenli olarak psikologla görüşemediği söyledi. Kısacası devlet hastaneye yatırıyor ama esas yapması gereken tedbiri almıyordu. Ardından yerinden kalkıp odanın içinde seri şekilde adım atmaya başladı. Sanki bir yere yetişmek istermiş gibi, bir sağa bir sola volta atıyordu. O’nu kovalayan anılar ile baş etmeye çalıştığı her hâlinden belliydi.

Evliliği, uzun bir zamana yayılmıştı. İçinde bulunduğu şiddet sarmalından bir türlü çıkamamıştı. Bu satırları okuyan ve kendini kurtarma şansı olanların muhtemel sözleri kulaklarımda yankılanıyor: “Niye sabretti ki?/ Boşansaymış, bunu çekmek zorunda değildi./ Çocukları için gerekeni yapmalıydı./ Ne biçim anneymiş, ben olsam hiçbir şeyim olmasa bile çocuklarımı alır kaçardım”… Her ne hikmetse, bu gibi bir olay karşısında, kimse esas sorumlu olana yüklenip: “Devlet bu güne kadar ne yaptı bu konu için?” diye sormuyor. Çünkü herkes biliyor ki, KKTC yoklukla malul bir yapıdır. Özellikle yoksul ve ötelenmiş gruplardaki insanların haklarını sağlamak için yeterli parası yoktur. Bunun aksine, varlıklıya varlık kazandırmak hususunda muazzam yetenekleri vardır. Anayasasında yazan “sosyal devlet” ibaresi de, devletin kuruluşu gibi yapaydır, eğretidir.

Derya odanın içinde gidip gelirken aklım da onunla oradan buraya savruluyordu. Tabi ki hislerim de beraberinde derin bir yolculuğa çıkmıştı. Aniden isminin anlamı düştü aklıma. Annesi ile babası  adını koyarken çok düşünmüş müdür  acaba dedim kendi kendime. Derya, uçsuz bucaksız deniz demek. Sınırları yok, isteseniz de özgürlüğüne sınır koyamazsınız. Diğer bir anlamı ise bilgili kimse. O anda oturup çocukluğundan bahsetmeye başladı. Sanki zihnimi okumuş da, aklımdan geçen sorulara cevap vermek istiyormuş gibiydi. Öğrendiklerime çok şaşırmadım. Az çok tahmin ediyordum. Bir insanı güçsüzleştiren ve bu noktaya varmasına neden olan koşulların, dünyaya geldiği andan itibaren inşa edildiğini biliyordum. O güzelim isminin anlamının, ta en başında elinden alınmış olduğunu anladım.

Konuşmaktan yorulmuştu. Bir an durdu ve “daha fazla anlatacağım bir şey yok, kendimi iyi hissetmiyorum” diyerek yanımdan ayrılmak istediğini söyledi. O’na elimden gelen yardımı yapmak için yola koyuldum. Zor olacağını biliyordum ama yine de umutluydum. Maalesef olmadı. Bir kere daha bu işlerin, devletin içindeki birkaç tane sorumluluk sahibi memurun çabasıyla yürütülemeyeceğini kavradım. Yerlere göklere sığdıramadığımız devletin tamamının seferber olması gerekir. Eğer devlet varsa, sınırları içinde yaşayan insanların haysiyeti ve refahı yerindeyse vardır. Aksi takdirde siyasilerin ağızlarına dolanan soyut bir güç aracı olmanın ötesine geçemez.  Bizdeki de o hesap.

Bu ülkede pek çok bebek, günü geldiğinde kullanabilmek için ruhuna saplanmış bir ustura ile doğuyor. Ne zaman ki var olan koşullar değiştirilir ve insana değer verilen bir coğrafya hâline geliriz, işte o zaman usturalar kendi kendini yok eder. KKTC’nin yarattığı yıkım devam ettiği sürece bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Umarım ruhumuzdaki bıçak kemiğimize dayanır da farkına varırız.

Not: Yazıyı kaleme alırken öğrendiğim bir haber, umudun neden yeşeremediğini ve devlet tarafından karartıldığını kanıtladı. TOCED münhali iptal edilmiş. Belli ki bizi yönetenler kimi ihlâlleri ortadan kaldıracak sistemi kurmak istemiyorlar. Peki size sorarım, intihara teşebbüs eden insan mı, yaşam hakkını tesis etmeyen devlet mi suç işlemiş olur?