Avrupa’nın dünyanın en büyük çekim merkezi haline gelmesi uzun erimli tarihsel bir sürecin sonunda gerçekleşti. Beş yüz yıllık bu tarihsel sürecin başlıca durakları arasında Rönesans, Reform, Kapitalizmin Gelişimi ve Ulus-Devlet vardır.
19.yüzyıldan itibaren modernleşmeye yönelen bütün ülkeler gözlerini Batı’ya diktiler. Artık Modernleşme ile Batılılaşma neredeyse iç içe geçmişti. Batı medeniyetinin seviyesine ulaşmak, hatta onu aşmak, işe Batı’yı taklit etmekle başlayan modernleştirici elitlerin en büyük tutkusuydu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, Çarlık Rusya’sı da modernleşmenin ilk adımlarında, yani Büyük Petro zamanında, modernleşmiş Batı’yı taklit ediyordu. Petro’nun Batı’ya gönderdiği aydınlar, tıpkı Tahtavi gibi Avrupa’ya Mısır’dan giden Müslüman aydınlar gibi, Batı’ya hayran oluyor, Batılıları öve öve bitiremiyorlardı.
Batı medeniyetine yükselmek, hatta onu aşmak o dönemin Rus okur-yazarlarının en büyük tutkusuydu.
Fakat süreç içinde Batı ile kıyas, garez üretmeye başladı. Batı medeniyetinin seviyesine erişemeyen Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarında yükselişe geçen milliyetçilik akımı, “milli gurur” adına Batı medeniyetini küçümsemeye, Batı’nın değerlerini değersizleştirmeye yöneldi.
Böylece Batı’ya karşı hınç besleme, milliyetçi söylemlerin, milli kimlik güzellemelerinin duygu-dağarcığını oluşturmaya başladı. Rusya’da Slavcılar, Osmanlıda ve modern Türkiye’de Türk-İslam-Sentezine bağlı aydınlar, Batı’yı “manevi değerlerden yoksun bir medeniyet” olarak tanımayı ve manevi üstünlük taslamaya yöneldiler.
Türk-İslam-Sentezinin fikir babalarından Ziya Gökalp, Batı’dan sadece teknik bilginin alınmasını ve Türk-İslam geleneğinin ve manevi değerlerinin korunmasını önerirken, Mehmet Akif Ersoy, Batıyı “tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlıyordu. Rusya’da da Batı karşıtı Slavcılar, bugün olduğu gibi dün de Batı’yı “çürümüş medeniyet” olarak göstermeye çalışıyorlardı.
Kısacası, Batı’ya özenmek, Batı’yı taklit etmek ve kendini Batı ile kıyaslamak zaman içinde Batı’ya karşı hınç beslemeye dönüştü. Erişilemeyen Batı medeniyetine bundan böyle “mundar” denecek ve Batı karşısında “özgün milli kimlikleri korumak” milliyetçi aydınların en temel mesaisi olacaktı.
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı eserinde batılılaşmaya yönelen her ülkede duygusal fırtınalar koptuğunu şu sözlerle anlatır:
“Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her türlü modernleşme Batılılaşma demektir (...) Bu gerçeklik, egemen uygarlığın bağrında doğanlarla, dışında doğanlar tarafından aynı tarzda yaşanmıyor. Birinciler kendileri olmaktan vazgeçmeden değişebilir, hayatta ilerleyebilir , uyum sağlayabilirler; hatta Batılılar’ın modernleştikçe, kendilerini kültürleriyle daha çok uyum içinde hissettikleri bile söylenebilir, sadece modernliği reddedenler kendilerini yabancılaşmış bulurlar.
Dünyanın geri kalanı için, darmadağın olmuş kültürlerin içinde doğanlar için, değişimi ve modernliği alış farklı biçimlerde ortaya kondu. Çinliler, Afrikalılar, Japonlar, Kızılderililer ya da Amerika yerlileri için, Yunanlılar ve Ruslar için, İranlılar, Araplar, Yahudiler ya da Türkler için modernleşme, sürekli olarak kendilerinden bir parçanın terk edilmesi anlamına geldi. Zaman zaman çoşkuyla karşılandığında bile, hiçbir zaman belli bir burukluk olmadan, bir aşağılanma ve inkar duygusu olmadan, sindirilmenin tehlikelerini acıyla sorgulamadan, derin bir kimlik bunalımına düşmeden yaşanmadı.”
Evet, Türkiye gibi, Rusya’da da batılılaşma/modernleşme duygusal fırtınalar yarattı ve kimlik bunalımlarıyla el ele gelişti. Daryush Shayegan’ın deyişiyle ortaya “yaralı bilinçler” çıktı. Sonunda, Batı medeniyetine özenmek, Batı’ya karşı hınç beslemeye dönüştü.
Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı romanına yazdığı önsözde, Dostoyevski’nin kapıldığı özen ve hınç diyalektiğini şu sözlerle betimler: “Avrupalı olamamak kıskançlığı, öfkesi ve gururu...”
Bugünün Rusya’sının Dostoyevski’nin ruh halinde olduğunu söylemek abartma sayılmasa gerektir...