Rüyamda Bağımsızlığı Gördüm

Umut Özkaleli; Ruhunuzun derinliklerinde hissettiğiniz ama tanımlama yetisini bir türlü bulamadığınız bir duyguyu, sizin için birisinin ifade edebildiği hissini yaşadınız mı hiç?

                       

Umut Özkaleli

uozkalel@gmail.com

 

 

EMAA Başkent Sanat Merkezi’nde, bir meleğin sesinin eşliğinde, Mehmet Erdoğan’ın “Rüyamda bu kadar Yorgun Değildik” adını taşıyan fotoğraf sergisini gezdim açıldığı gün.

Ruhunuzun derinliklerinde hissettiğiniz ama tanımlama yetisini bir türlü bulamadığınız bir duyguyu, sizin için birisinin ifade edebildiği hissini yaşadınız mı hiç? İçimde yaşadığım ve bana hiç de sıradan gelmeyen duyguları ifade edemeyişimin sıradanlığına biraz başkaldıran çokça da şefkat ve anlayışla elini uzatan bir sergiydi bu. Bu fotoğraf sergisine girerken “beğenmeyi” umuyordum ama sıradan bir beğenmek duygusu ifade etmiyor hissettiğimi. İçimde yaşadığım yalnızlıkların, kızgınlıkların, bastırılmış haykırışların, garip ve olanaksız bir şekilde umutların dışa vurumuydu benim için bu sergiyi dolaşmak. Duvarlara yazılmış yazılar özgün bir şekilde resimleri okuyor, hem sanatçıyla izleyici arasına bağ kuracak kadar tanımlayıcı hem de bireye kendi otonom yorum alanını açacak kadar yumuşak ve tadında duruyordu duvarlarda. Duvara çizilmiş yorgunluk haritasında kendime ait köşeleri bulurken ve girmek istemediğim yerleri tedirgin gözlerle tararken, hem yalnızlıklarımla ve yorgunluklarımla yüzleştim hem de yalnızlıklarımda ve yorgunluklarımda çok da yalnız olmadığım noktasında insanlıkla buluşma yaşadım. Tarifsiz bir şekilde yalnız ama bütünlüklü bir andı o yorgunluk haritası önünde durmak.

Çocuğumun “Anne sen eve gelince hep o kanepede yatıyorsun.” dediği gün yaşadığım hüznün yansıyışını, o günden beridir de bir çocuğun hayatının en yorgun olmayan süreçlerini kapitalist yorgunlukla kaçırmamak için gösterdiğim küçük ve bireysel mücadelenin toplumsal bir uzantısını gördüm Mehmet Erdoğan’ın fotoğraf sergisinde.

Parçası olduğumuz toplumdaki insanların yaşadığı bezginliklerin, ifadesi çalınmışlıkların, ihanet edilmişliklerin öfkesini yönlendirdikleri diğer insan grupları yerine, bu sergide, tüketim ve rekabet kültürü yaratan ekonomiler altında yalnızlaşmalarının sebeplerini anlatan ve isyanı sistemsel bir sorgulama çerçevesinde yapan bir alternatif gördüm.

Öğrenmenin ve sorgulamanın rahatsız edici duygularla yaşanan süreçler olduğunu düşünen ve bu rahatsızlık duygusundan haz alan insanların sergisiydi bu benim için. İnsanın boş vermek isteyen o vurdumduymaz ya da inkârcı yanına ruha işleyerek karşı duran ve düşünerek, hissederek, sorgulayarak var olduğumuzu hatırlatan fotoğraflara baktım.

Bütün bunlar duyusal ve düşünsel dünyamda serginin yarattığı dalgalanmalar. Ama ben sanatsal boyutunun derinliklerini sanatla uğraşanlara bırakarak Kıbrıslı Türklerin sosyo-psikolojik konumlanması içerisindeki anlamlarını irdelemek istiyorum bu serginin.

Yaşam politiktir ama bizler geçirdiğimiz süreçler içerisinde politik olmayı partiler arası çekişmeler şeklinde yaşama yolunu ağırlıklı olarak tercih etmiş bir toplumuz. Sosyal, siyasal ve ekonomik problemlerimizin ağırlıklı dışa vurumu, geniş halk kesimlerini dışında bırakan kuru, hissiyatsız ve sadece o dar çemberin içinde olanlar tarafından anlamı olan tekdüze tartışmalarda yaşandı. Sosyal ve politik sorunlara protestolarımız bile çoğunlukla halkı bir şeyler yapılıyormuş noktasında yanılgılı bir şekilde narkotize eden, büyük çoğunlukla da “ötekilerin” partisi iktidardayken kullanılan basın bildirileri, basın açıklamaları, kınama yazıları şeklinde yapıldı. Somut bir politika ve çözüm üretmeye yönelik olmayan bu stratejiler bireylerin adlarını “aktivist”, “sendikacı”, “parti mensubu” şeklinde açtıkları pankartların arkasında resmetmekten başka bir işe yaramayan, gerçekte halkın içindeki bireylere çok da fazla dokunamayan ve onları, yaşadıkları gerçeklikler içinde dönüştüremeyen bir şekilde yaşandı. Bu süreç bizi “hayal kuramayan” bir toplum haline getirdi. Çocuklarımız hayal kurmaya kalktıklarında izole edilmiş, kimliği elinden alınmış acımtırak hislerimiz çerçevesinde “yapamazsın, buradan çıkıp dünyaya mal olamazsın” denildi. Çocuklarımız astronot olmayı hayal edemedi, dünya çapında bir roman yazarı olma hayali kurmadı. Politikada bile “biz senin yaşın kadar denedik, olmaz o söylediğin” denilerek vizyon daraltıldıkça daraltıldı, umut yıkıldıkça yıkıldı. Yaşanan politik ve sosyal sorunların çerçevesi ayrımcılık ve ırkçılık ekseninde dışavurumlara sahne oldu. Göçmenler gönderilecek ve sorunlar bitecek algısıyla, yaşadığımız küresel, kapitalist ekonomi eksenindeki sömürüler bir tarafa bırakıldı. İnsanlığımızı vurgulamak ve insanlığımız üzerine giderek sorunlarımızı çözmek yerine bizi ezenlere karşılık bu realist dünya çerçevesinde onları ezemesek bile onlardan gördüklerimizi ezmek yoluna gittik.

İşte bu sergiyi gezerken sanatın ruhumuza dokunan, bizi öfkemizi deşarj etmek ya da partimize oy toplamak dışında bir yere götürmeyen protestoculuğumuzun ötesinde ve onu aşan şekilde kendimizi anlamaya ve sorgulamaya iten gücünü yaşadım. Bizim politikacılardan çok sanatçılara ihtiyacımız var. Toplumsal duyarlılığı olan müzisyenlere, ressamlara, şairlere, roman yazarlarına, fotoğraf, heykel sanatçılarına, sanatçının her türüne ihtiyacımız var. Onların bize biraz hayal kurmayı, biraz aklımızla değil kalbimizle rahatsızlıklarımızı ifade etmeyi yeniden hatırlatması lazım. Eşitsizliklerin, yalnızlaşmaların, itilmelerin, sayılmamanın, görünmez olmanın hepimiz için hem bize yapıldığında hem biz yaptığımızda toplumsal temelimizi sarstığını, partizanlıkla işimize geldiğinde değil, her gün insanlığımızla tecrübe etmemiz ve hissetmemiz lazım.

İçimizdeki öfkeleri, sıkışmışlıkları ifade etmek için başka insan gruplarına saldırmak yerine onları yaratıcılıklarıyla ifade edenlere koşmak, yaratıcı yönlerimizin üstüne gitmek lazım. Çocuklarımıza hayal kurma özgürlüğü vermemiz lazım. Öğretmenlerimizin çocuklarımız kâğıdın üzerindeki atı maviye boyadıklarında “atlar beyaz, siyah ya da kahverengi olur, mavi olmaz, bu olmadı” diyerek kuru bir gerçekliğe boğmadan çocukların hayal dünyalarını özgür bırakması lazım. Tek doğrucu zihniyetlerimizle önce kendi içimizde demokratikleşmemizin önünü tıkayan bu sanatsız, hayalsiz ve soyutsuz dünyalarımıza biraz renk katmaya başlamamız lazım. Öğretmenlerin okulun açılmasını da fırsat bilerek genç yetenekleri ve çocukları da bu sergiye götürmeleri, serginin de vurguladığı gibi güneşsiz sınıflarda yarışa koşulan atlar gibi standart testlere hazırlanan çocuklarımıza kalplerine yol çizebilecek bir pencere açmaları lazım.

27 yaşında bir sanatçının fotoğraflarından oluşan, yine aynı nesilden Aysun Kahraman’ın müziği ve Simge Akdoğu’nun sesiyle bütünleştirilen bu serginin sponsorsuz ve özverilerle açılabiliş olması, genç kuşaklarımıza ne kadar bu küresel köyün sınır aşan bireyleri olabilecekleri konusunda destek olduğumuzu sanırım ortaya koymaktadır. Ama yine de, toplumumuzda her dönem yeşeren umuda nankörlük etmeme mani olacak şekilde, o serginin kapısında açılışı bekleyen kalabalığın o fotoğraflara sahip çıkışını izledim. Hayal kurabilen insanların bu ülkenin çok ihtiyacı olan alternatif yöntemlerle bağımsızlaşma, milliyetçilik dışında bir kimlik yaratma noktasına adım adım bizi dayanışmayla taşıyacaklarını o akşam gözlerimi kapadığımda rüyamda gördüm. 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri