İçinde bulunduğumuz olağanüstü hali normalleştirme çabası yeni bir tercih değil. Uzun bir süreden beri gündemde.
Kıbrıs sorununun çözümünü çeşitli argümanlarla ötekileştirerek ya da yok sayarak, verili koşullarda demokratik ve hukukun üstünlüğüne dayalı, ekonomik olarak gelişmiş bir düzen tasavvurunu yüksek bir kendine güvenle savuna gelen Kıbrıslı Türk sağı başta olmak üzere çeşitli siyasi kesimler, içinde bulunduğumuz şartları iyi analiz edememenin ya da vesayet ideolojisinin etkisi altında büyük hedeflerine ulaşacaklarına inanmanın yanılgısını her dönem yaşadılar.
Türk milliyetçilerinin, Türkiye ile entegre bir ortak dünya hayali karşısında; Kıbrıslı Türk milliyetçileri ağırlıklı olarak bu siyasi perspektif ile Kıbrıs kuzeyinde ayrı etnik kimliğe dayalı bir sürdürülebilir devlet projesini savundular.
Milliyetçilik temelinde bir siyasi programın başarısız olacağı ve buradaki ortak yaklaşımın, Kıbrıslı Türkleri bir siyasi özne olmak yerine, dünyadan izole edip gerek siyasi gerek tarihsel gerekse Kıbrıs adasının coğrafik ve sosyal yapısından dolayı daha da kuşatacağı çok açıktı.
Kıbrıslı Türk çözüm yanlıları, solu ve demokratları, yurtsever bir programla çözüm ve Avrupa Birliği üyeliğini öne çıkarırken, bunu, ayak üstü bir değerlendirme ile veya salt ideolojik dünyaları böyle bir siyasi projeksiyonu gerektirdiği için yapmadı. Aynı zamanda adadaki rejimin niteliği üzerindeki temel gerçekler üzerinden hareketle yaptı.
R.R. Denktaş on yıllar boyunca adadaki “gerçekler” ifadesini kullanırken buna yüklediği anlam tamamen ayrıştırıcı unsurlar üzerinden şekillenecek bir adayı gerçekleştirme arzusuydu. Bugün bu arzuyu yeni anlamlar yükledikleri gerçekler üzerinden topluma pazarlayan yeni ayrıştırıcı aktörlerle karşı karşıyayız. Değişen pek bir şey yok. Dönemden başka.
Çözüm ve Avrupa Birliği üyeliği, Avrupa toprağında varlık kavgası veren Kıbrıslı Türklere hem bir sosyal kimlik hem de dünya ile her düzeyde entegrasyon alanı açma potansiyeli olan bir projedir. Birbirini bütünleyen, gelişme dinamiğini kendi içinde barındıran ve Kıbrıslı Türklerin toplumsal varlığını koruma ve geliştirme adına yegane proje.
Bunu fark edememek ve sorunları, kişisel odaklı değerlendirip dünden bugüne verilen mücadeleye, yaşananlara kibirle yaklaşmak doğal olarak büyük hayal kırıklıklarına dönüşüyor.
Yüzde altmış beş ile büyük toplumsal dönüşüme imza atmış ve verili şartlar sürdürülemeyeceği için onu reddetmiş bir toplum, beklentisi karşılanamadığı için hayal kırıklığı yaşamış olabilir, ancak bu durum onun tarihsel reddini değiştirdiği anlamına asla gelmez ve bundan sonra da gelmeyecektir.
Bunun idrak edilemediği her bir noktada, toplum bilinci karşısında kaybetmiş olursunuz.
* * *
Bir düşünceyi, sistemi savunmak ile onu hedeflemek arasındaki farkı görmek, olasılıkları iyi analiz etmek, ona göre söylem geliştirmek, bu söylemlerle topluma mesaj vermek, toplumun beklentilerini düzenlemek her siyasetçinin birincil görevidir.
Demokratik hukuk düzeninin, bu şartlarda tesis edilmesi, çok güçlü bir siyasi irade ve program gerektirir. Bu irade sadece icra makamında bulunan bir kişinin cesaretinin çok ötesindedir ve toplumsal ittifaklarla şekillenebilecek bir şeydir. Toplumsal ittifaklara dayanmayan bir mücadelenin de başarılı olması mümkün değildir. Dolayısıyla örgütlü mücadelenin varlığı, katılımı ve gelişmesi demokrasi mücadelesi süreçleri için temel bir konudur.
Kıbrıs sorununun sonuçlanamadığı bir dönemde içimize dönelim, evimizi temizleyelim görüşü dikkate alınamayacak bir öneri midir?
Ekonomik bağlama oturtulup, başta özelleştirmeler olmak üzere, toplumun ekonomik kurumlarını yok etmeye dönük olduğu süre; sosyal politikaları yok saydığı sürece; sivilleşmeyi içermediği sürece; Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini geliştirecek bir sosyal, ekonomik ve idari modele dayanmadığı sürece elbette samimi bir tavrı olarak dikkate alınamaz.
Bu yaklaşım tekerrürden ibarettir ve bizi sadece bir tık ileri veya bit tık geri götürür. Bu da bugün siyasete olan güvensizliğin sürekli tekrarlanma döngüsünde toplumu eritir !