Deniz seyahatlarıyla ilgili ilk okuduğum kitap; Sadun Boro’nun “Kısmet” adlı teknesiyle yapmış olduğu dünya seyahatiydi. Sanırım ‘80’li yılların ya başı ya da ortalarıydı. Arşivimdeki konuyla ilgili ilk kitaptı ve A-4 boyutunda renkli fotoğraflı ama belli ki maddi imkansızlıktan dolayı özellikle fotoğraf baskısı açısından önemli olan kuşe kağıt yerine, 2.3. hamur denilen (saman kağıt) bir kağıt cinsine basılmış olmasından dolayı, bu açıdan olumsuz bir yanı olsa da, içerdiği “dünya ve denizcilik” bilgisi, okuyana ve deniz meraklılarına azımsanmayacak derecede olumlu katkısı oluyor.
Ortaokul sıralarından bu yana tek bir hayalim oldu, o da; yelkenli bir tekneye sahip olmak ve denizi doyasıya yaşamak. Belki dedemden gelme bir gen ya da adalı olmanın, deniz kenarı bir yerde doğmamın, bu konudaki mayamı oluşurduğuna inanıyorum.
Bu adanın insanları olarak özellikle Kıbrıs’ın kıyı şeridinde yaşayanların denizle daha bir içli-dışlı olması beklenir. Doğası gereği, tuzlu suyun yanında yaşıyorsanız, iyot kokusunu ciğerlerinizde, tuzlu suyu da mutlaka damarlanızıda dolaşıyor demektir. Fakat ne yazık ki biz adalıların denizciliği; denize haftasonları gidip yüzmek dışında merağı ve ilgisi beklenilen düzeyde değil. Ama tüm bunlara rağmen olta balıkçılığıyla başlayan denizle flört edinme girişimi, sürat düşkünlerinin jetski’leriyle, hoby balıkçılık için alınan fiber tekneler, daha konforlu motor-yat’lar ve -çok olmasa da- yelkenli tekne sahipleriyle bu dünyamız gitgide gelişmektedir. Özellikle yelkencilik konusu benim için büyük önem arzetmektedir. Bu konuda yetişkin katagorisinde eğitim almış biri olarak, insanın kendi başına yeterli olması, özgüven kazanması ve takım ruhunu deneyimlemesi açısından mükemmel bir öğrenim-eğitimdi.
Yelkencilikte bunu bir yaşam biçimi haline dönüştüren, ya da sadece “yarış” merkezli spor olarak yapanların yanı sıra, her iksini de gerçekleştiren bu dünyanın insanları da var.
Sadun Boro’yu okuduğumda deniz ve yelkenli konusunda hayal kurmalarım daha derinlikli olarak başladı. Önceleri brandalı bir sandal yaptık dostum Mehmetali ile, balık avladık. Sonra ilk ahşap balıkçı teknem oldu, yıllarca tamir ettirip denize indirdiğim, sonra, Lefkoşa’da zamanımın çoğunu geçirmemden dolayı satmak zorunda kaldığım. Ama dedim ya hayalim bir yelkenliydi. En sonunda Ünal Dede dostumla (kaptanla) iki yıl yaz ayları kendi teknesinde yelken kurslarına katıldım. Hem pratiğimi hem de teoriğimi geliştirdim. Ekipteki arkadaşlarımla dostluğun alasını yaşadım, rüzgâr ve dalga sesinden başka ses duymaksızın yelken bastık Akdeniz kıyılarında. Biri bildiğini bir diğerine öğretti, eğlenerek eğitildik. Ardından yakın yol kaptanlık ehliyeti almak için YDÜ Denizcilik Fakültesi’nde teorik derslere katıldık ve Ankara’dan gelen yetkililerce sınava sokulduk. Ekip arkadaşlarımızla birlikte Amatör Denizci Belgesi (kaptanlığını) ve Telsiz Operatörlüğü belgelerini aldık. Bundan sonrası artık bir yelkenli tekne sahibi olmaktı. İşte bu noktada ortaokuldan başlayıp gelen hayalimi geçekleştirmeliydim. Ve böylece dostum, kaptanım Ünal Dede’nin büyük yardım ve yöneltmeleriyle 7 metrelik ilk yelkenli teknem olan “Neptun 22” modeline sahip olmayı başardım. Ünal’ın bana bundan üç yıl önce söylediği şöyle bir söz vardı yelkencilik-denizcilik için: Amacın nedir, paran var mıdır, zamanın var mıdır?.. tüm bu üçünü de halledebilirse insan, o zaman bir tekne sahibi olmalıydı. Amacım belli; hayalimi gerçekleştirmek. Para? O da belli, borç alarak yapılabilir, zaman; onu da en azından yaz ayları boyunca yaratmak gerek. Böylece girişimlerde bulunarak bu dünyaya ilk yelkenli teknemle adım atmış oluyordum. Sadun Boro’nun kitabıyla çıktığım hayal yolculuğunda, otuz yıl boyunca bu hayalden vazgeçmeyerek istediğim sonuca varabildim.
Bunları niye anlatıyorum sizlere? Çok enteresan bir hayalim olduğundan değil, zaten kimi ilgilendirir ki... vurgulamaya çalıştığım şu:
İnsan gerçekleştirebileceği hayalleri kurarsa hayal kırıklığına uğramaz. İnsan, bir inancının peşinde herşeye rağmen yürümeyi sürdürürse inançlarının ürününü alır. Ve bir insan, hayal kurmadan önce kendisine inanmalıdır. İnanç yoksa, hayal da yoktur. Tıpkı toplumların hayalleri gibi...