SAHİBİNE iade MEKTUPLAR…

Gülfidan Erhürman:Yazdıklarını gülümseyerek okudum… Bilhassa çok akıllı olduğunu söylediğin bu adamın kadın bedeninin anatomisi üstüne yaptığı bilimsel analiz beni düşündürdü… Kadın derisinin kadifeliği, altındaki yağ, falan... erkekler neleri

Gülfidan Erhürman

gul_fidan_2@hotmail.com

 

 

-Hilâl Sokak No: 4 Lefkoşa Kıbrıs-

 

Yazdıklarını gülümseyerek okudum… Bilhassa çok akıllı olduğunu söylediğin bu adamın kadın bedeninin anatomisi üstüne yaptığı bilimsel analiz beni düşündürdü… Kadın derisinin kadifeliği, altındaki yağ, falan... erkekler neleri merak ediyor!? Kadın bedeni erkek bedeni gibidir hâlbuki bana sorarsan, onun da güzeli var çirkini var, keşke anlatılan gibi olsa tüm kadınlar… Yanlış anlama ama bazı erkeklerin bu fiziksel hayranlığını, uzun süre hapis yatıp, perhiz yapmış mahkûmların hâllerine benzetiyorum. Hani açlığın abartısıyla insan uzun süre yemediği şeyi güzele kurgular ya öyle… Aklıma Zorba’nın, “Zorba” filminde kadınlar hakkında yaptığı benzetmeler geliyor. Karşısındaki kadın dökülüyor ama o onu öyle bir tasvir ediyor ki, hani duygusallığından diye düşünmek ister insan da galiba doğrusu o küçücük, kadın bulunmayan mekânda, bulduğunu ufkuyla genişletip güzelleştirmeye çalışıyor gibi… “Bu da kötü mü” diyeceksin. Yok niye kötü olsun ki!? Kadınlar da aynını yapıyor ve böyle durumlardan dolayıdır ki insanlar birine âşık olduğunda, yakıştırmayanlara “bir de onu benim gözlerimle gör” diyor. Bir de “çirkinler talihi versin” demeye alıştılar, neden? Çünkü aşk abartıyor karşıdakini, çoğu kez âşık olan bu yanılsamayı yaşıyor, fiziği aşk ile anlatıyor, gördüğüyle değil… Geriye kalanlar da onun nasıl bakıp da görmediğine şaşıyorlar. Hâlbuki aşkın dışındaki bakışta en ufak hata bile büyüyor; ne fizik fark ediliyor, ne ruh! Karşıdaki Apollo ya da Afrodit olsa fark etmez, yanlış aranıyor, yaratılıyor ve karşıdaki çirkinleşiyor. Kısacası aşk olmasa dünyada güzel kalmayacak ve yaşanmayacak gibi…

Uzun, yakışıklı, yapılı diyorsun, olabilir… Vallahi ben hiç fizik meraklısı değilim. Seni bilmem, bana fizikten bahsetme, okulda da sevmiyordum fiziği, hele ada böyle fiziken parçalanınca hiç hoşuma gitmedi. Dağları bölüştük, sokakları, evleri, kaçta kaçı diye bulutları bölüşüyoruz da bir türlü hayallerimizi bölüşemedik… Hani hayatın o kısa döneminde bir çocuk gibi kendimi aşka kurguladım ya, o hasbelkader payıma düşen figür de hayatta benim hiçbir konumuma uyan biri değildi, kırmızıçizgilerimin en üstüydü hatta… İnsan âşık olunca karşısına Zeus’u koysalar ve estetiğe uymayan fiziği yer çekimiyle ilgisiz, âşık olduğu kişiyi, ayaklar ona gider… Ve galiba buna kara sevda derler. Sahip olamadığın, bırakıp gittiğin gibidir. Her adını duyduğunda gözlerin dolar, arkasından da bir “offf” çıkar ağzından, ama hangi dağ yıkılır bilmem… Beşparmağı benzettik de Trodos yerinde duruyor… Neyse, söylemek istediğim, âşık olunca en kötüsü de ruhun seni bırakır da onunla yaşar… Şaka gibi yazıyorum ama kara mizahtır yaptığım, gülümsemelere bakma aslında içinde her türlü korku ve kaygıyı barındırır bu duygular, zevk de dahil tabii. Gıyabında yaşıyorsun ve aç insanın abartısına benziyor, tamamıyla fantezi ve bilinmezlik, bir nevi kurgu yani… Komşuların birbirinden habersiz olması gibi, evinde ot mu pişiyor, bok mu farkında değilsin ama komşunu seviyorsun, kurguladığın adamın ne bu tarafta, ne o tarafta senin düşündüklerinle danne ilgisi yok… Söylesen, çıkmaz sokaklara sapıp kaybolacaksın, yaratıcı sensin, olmayan meziyetler, güzellikler kurgulayıp yüklüyorsun ada/ma, o da bilmeden hamal gibi taşıyor, ne senin yüklediklerinden haberi var ne düşündüklerinden. Onun içinde belki kısa bir macera hayali, belki bir anlık doyumsun, belki de kazanma arzusu, ne kazandığı da tartışılır ya!? Ama sonu gelmeyeceğini bile bile bu işe kalkışan çok. Yenmek istiyorlar, yenilmeyi kimse hazmedemiyor… Bazen de intikam aldığını sanırsın karşıdakinden ama kurşun senin kalbinden çıkar ve acısı içinde kalır onun haberi yokken. En önemlisi sen kendini düşündüklerinin doğru olduğuna inandırıyorsun, ta ki yazdığın senaryo bitip de filmdeki gerçeği görene kadar ve herkesin filmi kendine. Mesela iki tarafta da şehit var. Ne için öldüler, bu ülke için, ne demişler; “toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”. Çık bu işin içinden bakalım çıkabilirsen: Vatan aynı! Birbirini öldürmüşsün ve ortada yırtık pırtık bir şey var, kafan da tavan arasına dönmüş, lüzumsuz her şeyi içine doldurmuşsun ve hâlâ tartışıyorsun… Bunun sebebi de senaryo yazıcılar. Bilirsin, bir filme gittiğinde içinde kötü olmazsa intikam hislerin gelişmez. Bunun için içine öyle abartılı kötüler ve kötülükler koyarlar ki, hayatında karıncayı ezmeyen sen, kötüyü eziyetle öldürsünler, başını ezsinler istersin. Bizim ‘mesele’nin senaryosu böyle yazılmıştır işte! Seni öyle bir tıkıp doldurmuşlardır ki, kurguladıkları tarihin abartısıyla “en iyi Türk ölü Türk’tür” ve “bin Gâvur kellesi bir kin ödemez”…

Aşığım diyorsun, bilmem bu seni korkutuyor mu? Haydi bir de şaka yapayım, annen ne diyor…? Bilirsin, küçükten öğretilenler unutulmaz. Mesela tavşana kaç tazıya tut demek gelenekseldir, kızsan kaçmayı öğretirler, erkeksen tutmayı… İyi kaçan kız ve çok tutan erkek ne hâlse revaçtadır… Ben koşucuydum ve rekorum var bu yüzden, gülme! Ve kendini abartılı senaryolara kaptırmamaya bak. Kimse çantada keklik değildir, sen senelerdir avcı olsan da, yanlışlıkla kendini vurman olasıdır bir anlık şaşkınlıktan. Biz alıştık bu hikâyeye. Her masaya oturulduğunda birileri düğmeye basar, biri tavşan olur biri tazı. Ömrümüz geçti bu koşu bitmiyor, kaldığı yerden durmadan tekrar… Beni dinlersen senaryoyu iyi incele, buraya gülümseme işareti koydum, bilirim aşkta ve savaşta bu yapılamaz... Şimdi bana bu durumda “ne yapayım?” diyorsun… Aşk siyasetle çok ilgili bana sorarsan. Kazandığına emin olduğun an kaybetmemek için savaş vermeye başlıyorsun. O kadar uğraşmışsın ki kazanmak için, iyice araştırıp da meclisine sunmaya vaktin kalmamış, tüm mesele burada… Yanlış karar almak kolaylaşıyor, bir de gözlerin kararıyor zaferinden ve ondan başka her şeye lakayt kalıyorsun. Hani şu şike yapıp da yakalanan büyük futbol takımının taraftarı durumundasın yani! Ne yapılsa mübah, ya da kim yapmadı ki?! Ha! Bir de hani şu politikacının bu kadar parası var, şu kadar mülkü diyorlar ya da ona bile “e, kimin yok” diyorsun mazeret olarak… Lafa bak!? Benim yok işte, olanı da kaybediyorum… Ama senin neyini alıp gitse umurunda değil, yüreğe oturttun, onayladın, üstüne de mührü bastın ya karşındaki yalandan da olsa, seni seviyorum dese başın göğe eriyor… Hâlbuki karakaşına değil karagözüne bakarak seçmiş seni, altında başka sebepler de var, ama aşk işte, seçilmek kör eder insanı, bizim anayasa gibi mübarek, senelerdir değişmiyor, ne kadar kötü isterse olsun.

Bu adamı araştırmadım diyorsun ya bizim meclistekilerle aynı konumdasın, üzülme… Kaç kişi bir şey sunar ki, araştırıp da? Ama neden o diye keşke araştırsaydın biraz, gelmişini geçmişini, biz yapmıyoruz işte ve o kadar depreşir ki bazılarının aşkı koltuğa, kaybetmemek uğruna önce seni satar sonra da memleketi… Kısacası meclis dediğin bir âlem, bazıları kim ne çalsa oynuyor… Siyasetle uğraşanlar iyi dans ederler bana sorarsan. Yetmişinde dans edenler var; ruh olmayabilir ama stratejik olarak bir ileri bir geri attıkları adımların karşısında duramıyorsun, seni şaşırtıyorlar “sağdan, soldan” diye ve galiba ne Ali’ye ne Veli’ye yaranabildiklerinden oluyor, devamlı kıvırmak ihtiyacındalar. Bir sağ ayaklarını atıyorlar, sonra dönüp sol ayağı kullanıyorlar, “yanlış ayak” diyorsun ikaz etmek için, “fark yok” diyorlar, ne olduğunu bilmesen seni de kandıracaklar, hatta kananlar çok… Hani bir aleme giderdin de “sağdan, soldan, aşağıdan” derdi rahmetli Becerikli, aynen öyle. Bir de kelle diye şarkısı vardı hiç unutmam… Fırına koyar hep pişmez yarına kalırdı, aynen bizim Kıbrıs meselesi…

Aşık olduğun adamla hiç dans ettin mi? Bilirsin bizim halk kapı gıcırtısını duyduğu anda ayağa kalkıyor, her açılanda dans ediyorlar… Ama aşkla dans etmiyorlar öyle ayaklarını yere vurarak, işte öyle, göstermelik, önemsemiyorlar, neden diyorsan, savaşın getirdiği korkuyla insan karakterindeki bozukluk… Düşün! İnsanlar ne gazete okuyordu eskiden, ne de kitap; kendi doğrultularında normal bir hayat değil yaşadıkları, ölüm korkusu kapıdayken insan hep kötülüğe bilenir galiba! Göç etmek zorunda kalmışlardır ve her gittikleri yerde duygularını unutmuşlardır aceleyle kaçarken. Bedenlerinde sadece acil gereksinimleri kalmıştır. Yemekten, içmekten ve nefes alıp verir gibi yaşadıkları cinsellikten bahsediyorum. Anlayacağın savaş ve korku insanda garip fanteziler üretir… Birilerine fiziki hayranlık duyuyorsa ve hayatının bitmesi hep kapı ardında diye düşünüyor ve karşılık görmüyorsa kendine mazeretler üretir. Sen kötü bir şeysin o tercih edilmemişse, tercih ettiğin muhakkak hıyardır… Hep azınlık olmaktan, zoru yaşamaktan, kalan duygularından da arınır, emniyete alır kendini, bulduğuyla duygusuz yaşar. Bağımlı olmaktan hoşlanmaz, yarın olmayabilir, sigara içenler savaşta incir yaprağını sarıp içmeye çalışmışlardır bulamadıklarında… İnsanlar beyinlerinde hep göçebedir, olağanüstü hâlleri bitmediğinden. Yarınının ne olacağı şüpheli olduğundan, aşk küçük anekdotlar halinde geçiştirilir… Dans etmek güzeldir, yüreklerinde müziği duyduklarında o ilhamla hâlâ kıvranıyorlar. Kaç dakika sürebilir ki zaten? Ayakları, elleri kireçlenmiş olsa bile sallanıyorlar… Şeker hastasıdırlar ama kahveye şeker istiyorlar, tansiyonları var ama heyecan istiyorlar, yazmak, şiirlerle oynamak, dans etmek kana işlemiş, sanki soylarında bir Çingene var ve bu adada sıkışıp kalmaktan usanmış, bunlarla uçmak, göç etmek arzusunda… Burası bir korsan yuvasıydı biliyorsun bu adaya kimi attıkları da belli değil, artık kimin soyunda ne varsa, en ırkçı olanın bile… Orijinal diyene ben bu yüzden şaşarım.

Adam güzel diyorsun… Belki yanlış ve ön yargılıyım, ama fizik bana göre sergideki somut resim gibidir, sana hayal kuracak hiç bir şey bırakmaz. Güzeli sevenler bakar, gözleri bayram eder ama alıp da evin ya da yüreğin duvarına astıkları gün korkular kıskançlıklar başlar, gelen takılıp baktıkça, hep çalınacak korkusu yaşarlar. Dikkat et, nerede güzel bir şey varsa, herkes ona sahip olmak ister. Bilhassa adı büyükler saldırıp darmadağın ediyorlar her şeyi, sonra da aşk için yaptık diyerek, arkalarında cesetleri bırakıp, basıp gidiyorlar. Arap ülkelerindeki baharın insanların başına neler açtığını gördük. Aşkın malzemesi fizik değil, külliyen gizem; kalbin bu gizem üzerinde durmadan araştırma yapıp bulduklarından hoşlanması. Ama iyi, ama kötü, mazeretini de vazgeçmemek üzere hazır tutması. “Nesini seviyorsun” diyene, “havasını suyunu” dediğiniz anda karşıdaki gülüyor, sıcağından eriyorsunuz çünkü suyu da zehirliyor ama sonunda düzeleceğini umuyor, bırakıp kaçamıyorsunuz, neticede aşka gelmişsin ve kurguluyorsun adamı… Alt tarafı da kekin kreması, aksesuarı… Bu arada öyle içi yumuşak gözyaşıyla ıslatılmış gibi olan yaş pastaları severim ben, bazı hemcinslerim de taş gibi sert olsun ister ki dişi kırılsın. Seni bilmem, zevk-renk meselesi… Ben hep derinlikli, soyut şeyler peşindeyim bu yüzden. Beni düşündüren, kurgularımı harekete geçirenle ilgiliyim. Beni anlamak için zorlamalı, baktıkça şaşırtmalı, lezzeti gıdım gıdım bir imbikten damla damla süzülerek çoğalan gül suyu gibi olmalı, kokusundan sarhoş ederek yavaş yavaş birikmeli ki, uzun sürsün, memleket meselesine dönsün yani, alışkanlık işte, kısa süren ilişkiler beni işkillendirir…

Bana karşı saygılı ve güzel giyiniyor, rengârenk kravatları var diyorsun ya, ben bu tip giyinenleri sevmem. Belki ön yargılıyım ama göstermelik gibi gelir ve hep ev hâlini merak ederim. Bir yerde okumuştum, doğru olmayabilir de: Sırtına, başına aşırı meraklı erkekler güvenilmezmiş… Çok renkli kravatlardan da hoşlanmam, belki karamsar olduğumdan, sade ve koyu renkleri tercih ederim baktığımda anlayabileceğim. Mesela siyasetçilerin taktıkları çok renkliler beni şüphelendirir. Neden mi? Adam ciddi bir memleket meselesinden bahsediyorsa, o renkler gözümü alır, bana nanik yapar. Bilhassa kırmızı ağırlıklıysa, anlattığı şeyin ciddiyeti veya hüznü içinde yoktur gibi gelir. Sanki içinde bir yer umursuz çalıp oynuyor, dolayısıyla söyledikleri de inandırıcı gelmiyor tabii… Kravat gibi hiçbir halta yaramayan şeye de saygıyı düğümlemem… Sıkılınca çıkarıp atıyorlar zaten. Saygıyı önemserim ama yüreğe düğümlü olsun, boyuna değil boğarcasına… Bunları niye yazdım? Giyime bakarak adam sayma diye. Kravatla adam olunmuyor bana sorarsan, insanlar derilerinin rengiyle, güzellikleriyle, hele giydikleriyle hiçbir yere varamazlar ruhları yürekleriyle uyum hâlinde değilse. Hedefe götüren yürektir ve ruhsuz hiçbir şey sonuca varmaz; bu son yaptığımız mitinglere benzer… Dış görünüşe aldanma. İnsana saygı içten gelmeli, ilişki bitse de âşık olduğuna saygı duymayı öğrenmeli, öğretmelisin ki giderken arkadan su yerine dökülen gözyaşı olsun, ocak taşı atılmasın gelme diye…

Sevmek sevilmek güzel şey tabii haklısın ve herkesin bir zayıf noktası ve bir de hani derler ya,  “g” noktası vardır… Ama beni dinlersen kendini ele verme, ne istediğini bilirse, bir güzel senaryo yazar ve seni oynatır. Sen de eksiğini tamladığını düşünerek ona âşık olursun farkına varmadan, hele yüreğin “g” noktansa seni sömürür. Sakın açık verme, sonra düşünür durursun hata kimdeydi diye. Bir de, aman ha! Ne kadar sıkıya düşsen, sakın birini çağırma, durumu görüyorsun… Mesela ben şu Piri Reis’i kimin çağırdığını merak ediyorum ve tarihten bir alışkanlıkla bizim Afrodit’in “g” noktasında dolaşmasından da hiç hazzetmedim. Sen değişik düşünebilirsin, benim düşüncem bu. Tabii karşı cinsin baktığı ilk yer ve ne için baktığı da çok önemlidir. Bir zamanlar ben bu oyunu oynamıştım ailemden erkeklerle. Kadında önce neye bakarsınız diye sordum… Biri göğüslerine dedi. Diğeri kalçaya bakarmış ama üçüncüsü ben gözlerine bakarım dedi. En sevdiğim odur ve hâlâ aramızda kopmayan bir bağ var… Gözler önemli, de ada/mın tümüne bakamıyorsan neye yarar… Kuzeye, güneye, hatta sağ gözüne boş ver, sol gözünü iyice açıp da bakman lazım eşitlik istiyorsan… “G” noktasında herkes dolaşmak ister ama onun da istemesi, seninle gönül rızasıyla birlikte olması lazım. Aksi takdirde yaptığın tecavüze girer bana sorarsan ve neticesi de hiç hoş olmayabilir, bana ne deme...

Mektubunun tiryakiliği anlattığın kısmı beni düşündürdü. Zehre benzetmişsin beni bağımlılık yarattığımı anlatabilmek için. Doğrudur, bazı tiryakilikler bağımlılık yapar ve kötüdür. Mesela nikotin dilde acı bırakır ve kansere dönüştüğü söylenir, bak onun gibi bir bağımlılık yaratıyorsam benden kopup gidenler kurtulduklarına sevinmişlerdir… İnanmazsın bilirim, bu beni üzmez, hatta sevindirir onlara acı vermediğimden. Bal yapmaz kör arı olmaktan hiç kimse hoşlanmaz. Yapmayanları zaten kovandan atarlarmış ve eşek arıları sokar onları öldürürmüş, lüzumsuz olduklarından… Dikkatli olmamız lazım yani. Böyle olmaya devam edersek, sonumuz ortada… Bu zamanda bu kadar acemi olunmaz ve kalınmaz diye düşünüyorlar, ne bilsinler ki toptan tüfekten öğrenmeye vakit bulamamışız! Durmadan seni suçlarlar yapamadıkların için ve haklılar da… Biri senin içini veya seni okumuyorsa veya okuyorsa da hangisinin kurgu olduğunu kestiremiyor ya da kestiriyor da işine gelmiyor anlamadım diyorsa, neticede güzel başlıyor da sonu gelmiyor aşkın da, yazmanın da, boş ver… Bir de karşıdakinin neyi düşünerek sana yaklaştığı önemli, iyice bak meze olma dememin sebebi bu. İnsan meze olabiliyor, değişik lezzet arayanlar var, bir gecelik kesişme bile bazılarının hayal dünyasına yetiyor, ülkede her şey hayali, serde hayali meze olmak da var yani ve ben buna karşıyım. Çok yer değiştirmişimdir masaya oturduğumda, fantezi olmamak için… “E, niye gösteriyorsun kendini? Ört bastır o zaman” diyeceklerin de alnını karışlarım. Benim kendimi istediğim şekle sokmak özgürlüğüm başkasının fantezisi olacak diye kısıtlanamaz… Barış, çözüm yanlısı olduğum açık seçik ortada.

Bilir misin bazen usanırsın, başka bir yerde, başka biri olmak istersin, imrendiğin özgür bir ülke vardır her zaman ama kendini o ülkede hayal edemez, illa ki yaşadığın yere taşımak istersin olmayanları… İnsan bir umman. Kendi içine daldığı an tüm kıyılara vurmak ister, sinirlendiğinde de şaha kalkıp köpürerek karşıdakini ürkütmek. Ama hiçbir zaman tusunami olmak, yok etmek istemez, karşısındakini olduğu gibi kabul eder, kendine âşık olunmasından ziyade, ihtiyaç duyulan olmak ister. Sen birisine yemek olmak istedin mi? Bilirim tuhaf gelecek ama onun seni gördüğü an gözlerinin parlamasını, lezzet sularının ağzını burmasını istedin mi? Hafife alma, önemlidir, tadın onun ağzında eridikçe duyduğu hazzı gözlerinde görebilirsen (gözlerini açık tutabilirsen) eğer. Hiçbir yemekte duymayacağın bir zevki ve doyumu alırsın. Tarifini kendine saklamak istediğinde de anlarsın aşkın ne denli büyük olduğunu. Yemek olmak hem iyi, hem de kötüdür. Afrikalı bir çocuğun boğazından geçen lokma olmak istersin ama âşık olduğunda eğer karşındaki çatalını hazırlamış önüne gelmeni bekliyorsa ve yemeğini yiyip de sofradan kalkmak niyetindeyse vazgeçersin… Aç bir insanı doyurmak en büyük zevkin olabilir ama kimi yedireceğini de iyice hesaplıyorsun çünkü karşındaki zaten patlayana kadar doymuşsa ve hâlâ açsa, bırak kendini, ülkeyi versen doyuramazsın ve geleceğini de yutar hazmetmek için… Kolay değil bir ilişki yaşamak, müziğin bile kesişmiyor bazen o en popüler parçada sen kimsenin dinlemek istemediğindesin… Sen nerde duruyorsun ve o nerede ona da bakmak lazım çevresiyle ilgileniyor mu? Düşen insan varsa tutup kaldırıyor mu? Yoksa bir yere kapanıp nasıl kaldıracağını mı hayal ediyor... Anlatabiliyor muyum, dön ve bir kendine bak sen sarhoş bir hırsız gibisin, her şeyi yıkıp döküyorsun kendi içinde, gürültün seni rahatsız ediyor kalbin içine doldurduğuyla başını öne eğmiş seni dinlemiyor, yollara vuruyorsun kendini aşktan… Bir de dönüp ötekine bakmak lazım. O ne durumda? Hayatını hâlâ normal yaşayabiliyorsa, vazgeç; abartıdır. Hep, acaba değişik bir çeşit meze misin menüsüne eklemek istediği diye düşünüp duracaksın… Birinin seni nasıl gördüğü önemlidir. Eğer bozulma diye biri seni eğitmiyorsa kıymetini bil veya biri sana “Zen okudun mu” diyorsa, onun senin hakkında ne düşündüğünü anlayıp gülümsemelisin… Ne kaybedebilir veya ne kazanabilirsin bir insanı hayatına katmakla ve değer mi, işte o çok önemlidir. Bana sorarsan elma dersen tamam da ayva dersen vazgeç… İki taraf birbirini anlamazsa aşk olmuyor, peynir gemisi yürümüyor ve gemiden ilk kaçacak olan fareler yer peyniri ne yazık ki, âşık olanlar da uzaktan bakar…  Bana soruyorsun “ada/m beni seviyor mu” diye. Ben ne bileyim? Önce kendine sor: Sen bu Ada/mı seviyor musun…? İşte bütün “mesele” budur…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri