Para bir “araç” mı hayatlarımızı sürdürmek, ayakta kalmak, keyiflenmek ve yaşamak için yoksa bir “amaç” mı?
Temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar para kazanmak yetiyor aslında…
Biraz da keyif katabilmek sınırlı ömürlerimize…
Daha ne?
Öyle değil elbette…
Ah aç gözlülük, hırs, bencillik olmasa…
Doyumsuzluk olmasa doyumsuzluk…
***
Para bir amaca dönüştü giderek, malum. O nedenle böylesine derinleşti yoksulla zengin arasında uçurum… O nedenle çok kazanan daha çok kazanmak istiyor ve asla paylaşmıyor gelirini, ekmeğini, varlığını dar gelirliyle…
Bertolt Brecht tarafından söylenen “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya da hiçbirimiz" sözü pratiğe dönüşemiyor, o nedenle…
Kimse konfor alanına dokundurmuyor.
Bir haksızlığa uğradığı, bir yıkımla yüzleştiği, bir acıyla tanıştığı zaman “hep birlikte” bağırmak istiyor.
Ama işin ucunda kazancı paylaşmak varsa...
O zaman…
Kapanın elinde kalıyor ne yazık…
***
Hep yineliyorum, yine not düşeyim…
Alınteriyle hayattan alacaklı insanlar var.
Ama bir de…
Bu hayata ve bu topluma alınteri borçlu insanlar var.
***
“İnsan paranın sahtesini yapar, para da insanın” sözü var, Goethe’nin…
Paranın sahteleştirdiği insanları izlemek için çevrenize bakınız dikkatlice…
Hatta kimi zaman aynaya…
Göreceksiniz zaten!
İnsanın sahtelediği paradan çok daha fazladır…
Paranın sahteledikleri…
Polis uyarıyor ya zaman zaman…
“Sahte para” için…
Keşke bir de “sahte insanlar” için uyarsa…
İsim isim!
Kapılar kapanır içinizde, kilitlenirsiniz!
Yürürken bir “zindan” sizinle yürür bazen, nereye gitseniz, nerede soluklansanız peşinizi bırakmaz.
İçinden çıkamazsınız, içinizden çıkmaz.
Siz kaçmak istersiniz, o sizden kaçmaz.
Beyniniz firaridir, yüreğiniz milis, hayalleriniz uzakta…
Bir kıyamet anıdır her saniye…
Zincirlenmiştir bedeniniz…
En zoru da bu zaten…
Bir başka yerdedir ruhunuz, aklınız bir başka yerde... Oysa elleriniz ayaklarınız bağlanmıştır yerli yerinde. Düşünüzün patikasına sığmaz adımlarınız.
Kapılar kapanır içinizde, kilitlenirsiniz!
***
İşte o mevsim, bir bakışla değişir...
Bir çift göz yıkar içinizdeki odanın taş duvarlarını…
Yürür gözlerinizin içine…
İçinize yürür…
Dokunur!
O an teniniz tülüne sarınır...
Titrer maviye tutunmuş bulut...
Bir sağanak başlar ki sel gibi, akar ihtimaller, yolunda ne varsa toplar, nehirler gibi taşar şehvet.
***
İçinizdeki zindanın duvarları çatlamıştır…
Düş gerçeği öpmüş, toprak suyla sevişmiştir.
Badem ağacı çiçek vermiştir, kuytusunda pembe bir tenin…
***
Şimdi o mevsim olsa…
Tam da o mevsim…
Kıyısına taşısa beni uçsuz gülümseyen bir çift göz, sessizliğe taşısa…
Öpse…
Çiselese gökyüzü…
Boşalsa delice...
Saçları ıslansa…
Süzülse yanağımdan çeneme doğru, gamzende dinlenen bir damla, boynumdan gövdeme yayılsa…
***
Uzatsak bacaklarımızı…
Deniz gelse, bileklerimizi ıslatsa…
Ürpersek birlikte…
Fotoğraf: Uğur Karagözlü
Yalanın emrinde olmak
“KKTC” bir bütün olarak yalanın emrine amadedir.
Kendi kendimizi yönettiğimiz, yalan…
Bir demokrasiye sahip olduğumuz, yalan…
Nüfus yalan, toprak yalan, mülkiyet yalan…
Devlet yalan…
***
“Yalanın olanakları genişleyebilir, teknikleri ikna edici bir boyut kazanabilir ve hatta siyaset bir bütün olarak bir yalanın emrine amade kılınmış da olabilir. Ama yalanın sistematiği ne denli gelişmiş olursa olsun, bir olguyu tamamen insanların zihninden çıkarmak mümkün olmaz.”
Vahap Coşkun, "Siyasette Yalan" başlıklı yazısının girişine bu yorumu alıyor.
Hannah Arendt'in yine aynı başlıklı kitabını anlatıyor.
İlk fırsatta kitabı almak, okumak için sabırsızlanıyorum.
***
“Siyasette yalan” Kıbrıs’ın kuzeyinde adeta sıradanlaşmıştır.
Kimileri için kıymetlidir dahi…
“Sırt sıvazlayan”, “söz veren”, “merak etme işin tamamdır” diyen siyasetçiler sevilir, çoğu zaman sözcüklerinin yalan olduğunu bile bile…
Çünkü talepler haksız ya da adaletsizdir genelde…
Öylesi hileli bir oyun kurulmuştur ki, hemen herkes kendi haksızlığını öteki üzerinden meşrulaştırmayı, temizlemeyi ve normalleştirmeyi başarır: “Başkalarına neler neler yapılıyor, ne ayrıcalıklar sağlanıyor.”
Böylece “kirlenmek” için herkes sırasını beklemeye başlar.
Yalnız değilseniz temiz olursunuz!
“Kir” bir kıyafete dönüşür böylece, birbirine yakıştırır ahali, birbiriyle yarışır.
Bir başkasını ayıplar ancak kendine bakmaz!
***
“Siyasi emellere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur” diyor Hannah Arendt kitabında…
Dünya siyasetinde yeri vardır ve işin aslı çok daha derindir!
Şimdi buradan da kendimize pay çıkartabiliriz değil mi?
“Bizimkisi küçük yalanlar canım!”
***
“Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır, çünkü yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük bir avantaja sahiptir.”
Hep soruyoruz ya, onca şikayete rağmen, bu yalancı, talancı, üç kağıtçı tayfa nasıl onca sene iktidarını koruyor diye…
Galiba işin sırrı biraz da bu saptamadadır.
***
Basının önemini de görüyoruz yeniden, yapılan yorumlarda…
“İktidarın halkı kandırmak için elindeki tüm kaynakları seferber ettiği bir atmosferde, özgür basın gerçeklere ışık tutmak için muazzam bir rol oynar. Sağlam ve güçlü bir basın, gerçeklerle insanlar arasında kurulan bariyerleri yıkabilecek en güçlü araçtır.”
***
İşin umutlandıran tarafı yazarın finalde yaptığı saptama…
“Yalancının mumu ilelebet yanmaya devam etmez, yatsı elbet gelir.
Ve çok şükür ki öyle olur…”
Fotoğraf: Yıltan Taşçı