Geçtiğimiz günlerde Söylem Yayınlarından Neşe Yaşın’ın “Şiirle Hatırlamak” başlıklı incelemesi çıktı. Kitap, iki önemli şairin, Fikret Demirağ ile Özker Yaşın’ın, şiirlerini kolektif bellek bağlamında inceliyor.
Biri muktedirlerin resmi söyleminin bellek kurgulamasına katkı sağlayan “milli şair” olarak ün yaparken, diğeri bizi kolektif belleğin kurgulamasında “dışarıda bırakılanları” ya da “bastırılanları” hatırlamaya davet eder. Bu yanıyla da kolektif belleği yapı-bozumuna uğratır. Hafıza savaşında karşı cephelerde dövüşen Özker Özgür ile Fikret Demirağ Kıbrıs Türk toplumunda içten içe devam eden derin tartışmanın karşıt kutuplarında yer alırlar.
Özker Yaşın “Yavru Vatan” Kıbrıs’ın şairi iken, Fikret Demirağ “Kıbrıs Yurdunun” şairidir. Özker Yaşın “şehitlerin kanıyla sulanmış kutsal topraklardan” söz ederken, Fikret Demirağ Kıbrıs’ı “Hüzün Ana” olarak betimler.
Biri, köklerini Türk boylarının izinden gidip Orta Asya’da ararken, diğeri köklerini 8 bin yıllık Kıbrıs tarihinde arar. Biri 1974’ü ve sonrasını “kurtuluş” olarak adlandırırken, diğeri için bu dönüm noktası “kimlik kaybı” ve “toplumsal yok oluş” anlamına gelir.
Şairlerin hafıza kavgasında Fikret Demirağ, Özker Yaşın’ın hâkimlerin algısından yola çıkarak kurguladığı geçmiş algısını bozmak ister. Toplumun kimlik kaybına uğradığını ve yok oluşa sürüklendiğini düşündüğü bir dönemde farklı bir geçmiş algısı yaratmaya çalışması, Walter Benjamin gibi söylersek, “tehlike anında aniden parlayan geçmişin anısını alıkoyma” çabasıdır.
Hâkimlerin geçmiş algısını yıkmaya çalışan şair, geleceği kurtarmaya dönük bir çığlığa dönüşür. Rejimin kurguladığı seçici belleğe ve uyguladığı nostalji yasağına karşı bayrak açar ve bizi yurdumuzun tümünü ve bugünü kadar dününü de hatırlamaya davet eder. Bu noktada hatırlama başkaldırı ile iç içe geçer. Fikret Demirağ romantik diyebileceğimiz bir yaklaşımla zeytine, toprağa, köklere sahip çıkar. Onun Akdenizliliği ve Kıbrıslılığı topraktan ve köklerden beslenir. Toprağın altında yatan herkes onun yurdunun insanıdır. Onda etnik kimlik ayırımı toprağa karışmıştır.
Ünlü Kıbrıslı Rum şairlerden Pantelis Mihanikos gibi, Demirağ da “papatya halklarının etnik kimliği olmadığına” inanır. Kıbrıslı Türklerin yaşadıkları diyarlardan kopup/koparılıp adanın kuzeyine gitmelerini/götürülmelerini zeytinin köklerinden koparılmasına benzetir ve bunu yabancılaşmanın doruk noktası sayar. Şairin evinin yandığı, yurdunun yıkıldığı andır bu. Bu durum onu çok üzer. Onu üzen bir şey daha var: Kıbrıslı Türklerin ganimet tutkusuyla Rejimin uyguladığı nostalji yasağına kapılmaları ve geride bıraktıklarını unutmaları… Şair bir şiirinde Baflı Bayram’a seslenirken, üzüntüsü kadar öfkesini de ifade eder:
“Dün dündü mü diyorsun, göçebe ruhlum;
Hiç mi özlemedin kokusu hala üstünde tüten toprağı,
ki daha yeni tutuyordun bir asma çubuğu gibi?
Neydi takan kuyu boynuna sarı bendoyu,
Neydi geçiren ince bileklerine bilezikleri,
Gözleri, unuttuğu üzümler rengindeki Fatmalı?
Yüzüne iki yabancı göz yerleşti artık
Görmeye görmeye bakımsızlık eceliyle ölen bağını,
Yüreğin köşe döndü, çevrende unutkanlık bulutları.
Bulabildin mi silip unuttuklarının eşdeğerini?”
Neşe Yaşın’ın kitabı farklı şeyleri hatırlamamızı isteyen iki şairin “hafıza savaşını” bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor. Kıbrıs Türk toplumunda bir arada var olan iki ayrı “hakikatin” ve iki farklı belleğin kavgasıdır bu. Ve şairlerimiz en yetkin şiirleriyle bu kavgada saf tutarak yerlerini aldılar.
Bir noktanın altını çizmekte yarar vardır. Özker Yaşın her ne kadar “milli şair” olarak tanınıyorsa da, hayatının son döneminde yazdığı “Nevzat ve Ben” adlı biyografik/otobiyografik çalışmasında milli söylemlerin dışına çıkarak okuyucuya farklı hatırlama imkânları sundu. Kıbrıs Türk toplumunda bastırılan ve unutulmaya terk edilen siyasi cinayetlerden, şiddet ve baskılardan söz etti. Kim bilir? Aktif şairlik hayatını başka bir dönemde sürdürseydi, belki de bize bıraktığı şiir mirası da farklı olacaktı. Şair, biraz da döneminin ürünü değil midir? İkisinin de toprağı bol olsun…