Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Derin bir şekilde nefes almayı öğren, yemek yerken gerçekten yediğinin tadını almayı ve uyuduğunda gerçekten uyumayı. Mümkün olduğu kadar bütün gücünle tam anlamıyla canlı olmaya çalış ve güldüğünde deliler gibi gül.
Ernest Hemingway
Gülme edimi insana özgü, tanımlanması ve hakkında kesin bir dille konuşulması en zor edimlerden biridir. Şaka yapmak, gülmek ve mizah gibi konular hakkında oturup ciddi ciddi konuşmanın kendisi bile bir ironiye yol açmaz mı? Şakanın felsefesini şakayla mı yapmalıyız yoksa akademik bir ciddiyetle mi? Eğer bir şeyi daha derinden hissetmek istiyorsak en iyisi onu doğrudan yaşamaktır ve yaşarken olan biteni anlamaktır diyebiliriz. Öte yandan bir şeyi onun dışına çıkmadan tam olarak göremeyeceğimiz de söylenebilir. Peki ya hem içinde hem dışında olursak aynı anda? Bu mümkün mü?
Mizah konusunda ciddi bir yazı yazmak da bu nedenle zor olsa gerek. Neye neden güldüğümüzü çok iyi biliyor olsaydık herhalde ona gülemezdik. Hatta çoğu zaman zorlu bir durumun içindeyken ona gülmeyiz, oysaki biraz zaman geçip de olayı atlatınca ondan neşeyle bahsedebilir ve konudaki espriyi o zaman fark edebiliriz. Sonradan kahkahalarla güldüğümüz bu durum o zaman bize neden komik gelmez? Bu düşünceyi ileri götürüp insanın yaşadığı bütün zorluk ve acıların başka ve olayın dışında bir bakış açısıyla bir şaka olduğunu görebilmemiz mümkün olmalı. Yoksa değil mi? Bunu bizzat bu yaşamdaki bakış açımızla anlamamız mümkün olabilir mi?
Şöyle bir örnekle ilerleyelim. Diyelim ki bir yaşını geçmiş konuşmaya ve yürümeye yeni yeni başlamış olan iki bebek çok sevdikleri bir oyuncağı ya da meyveyi kapabilmek için birbirlerine tutuşmuş olsalar ve biz de bu durumda onları son derece sevimli bularak kahkahalarla onları izliyor olsak... Bebekler bir süre sonra bu rekabetten dolayı birbirlerine sinirlenip sonra da çığlığı basarak ağlıyor olabilirler, o anda istediklerine ulaşamamak canlarını sıkmıştır ve hiç de bizim gibi eğlenmiyorlardır. Ama biz eğleniyoruz değil mi? Minik bebeklerin o anda öfkeyle ağlamalarını yatıştırmak için tatlı bir telaş içinde olsak da, aslında durumun sevimliliği ve komikliği bizi son derece eğlendirmiştir.
Bir başka örnekte bir arkadaşımızı işletmek için aramızda anlaştığımızı hayal edelim. Sessiz sinema oynayan birkaç arkadaş biraz sonra kurban olacak olan bir arkadaşlarına anlatması için kolay bir film ismi veririz. Diyelim “Maymunlar Cehenneminden Kaçış” filmini anlatmasını isteriz ondan. Ancak biz bu arkadaşımızın anlattığı kelimeleri ya hiç bulamayacağımız ya da arkadaşımızı epey uğraştırdıktan sonra bulacağımız konusunda anlaşmış olalım. Arkadaşımız çaresizce maymun taklidi yaparken biz goril, şempanze, orangutan gibi türlü hayvanların ismini söyleriz ama bir türlü maymun demeyiz. Bu arada arkadaşımızın içine düştüğü durum ise hepimizi eğlendirir. Birkaç dakikalık uğraş sonunda nihayet bunun bir şaka olduğunu arkadaşımıza söylediğimizde herkes ve özellikle de kurban seçilen arkadaşımız bu duruma kahkahalarla güler. Sonunda kimse incinmemiştir, tabii ki arkadaşlar arasında samimiyet ve güven varsa.
Bu iki örnekte de neden güldüğümüzü düşünelim. Bebeklerin kavgasında güldüğümüz şey nedir? Ya da sessiz sinema şakasında? Aslında bebekler ağlamaktadır, canları sıkkındır ve biz de başkalarının acı çekmesinden zevk alan tiplerden değiliz herhalde. Elbette ağlamaları belli bir safhayı geçerse bundan mutlu olmayız, ancak aslında ağladıkları şeyin ne kadar boş olduğunun farkındayızdır. Yani bebeğimiz ona gerçekten zarar veren bir şey için ağlamaz. Onun sevdiği şeyi kapabilmek için komik bir hırsa kapıldığını görürüz. Uzlaşmayı bilmez, bizim dünyamıza ait paylaşma gibi birçok kavramı bilmez, beklemeyi ve sabretmeyi bilmez. Bu erdemleri hiç de kazanmamış olduğu halde ve son derece bencil ve akılsızca davrandığı halde ona kızamayız, aksine bize çok sevimli gelir ve gülümseriz. Bebeğin komikliği, sevimliliği onun masumiyetinden ve bilgisizliğinden gelir.
Aynı şekilde sessiz sinemada arkadaşımıza yaptığımız şaka bizi güldürür çünkü onun gerçek bir zarar almamasının rahatlığıyla onu aldatışımızla eğleniriz. Onunla alay etmiyoruz elbette ve biraz sonra onun da bizimle beraber eğleneceğini biliyoruz. Biz bir üst bakış açısındayız her iki durumda da. Olayla ilgili kurbandan daha fazla bilgiye sahibizdir. Onu aldatışımız geçicidir ve sonunda bir rahatlamayla sonuçlanacaktır.
Aslında böyle incelikle dizayn edilmiş bir şakayla bu kadar eğlenmemiz ve sonradan hatırladıkça da gülmeye devam etmemizin üzerinde düşünmeye değer. Bize eğlenceli gelen bir ‘işletme’ eyleminde gerçekten keyif veren şey nedir ve pek de hoş olmayan bir eşek şakasından farkı nedir bu durumun?
İyi bir şakada bizi heyecanlandıran birçok unsur vardır. Yeni ve yaratıcı bir kurguyla düzenlenen sahte bir senaryo, bu senaryoyla kurbana sahte bir gerçeklik sunmamız, sunduğumuz bu sahte gerçeklik tuzağına kurbanımızı ustalıkla düşürmemiz. Aslında sanki de yaşamda sıklıkla yaşayabildiğimiz bu tuzağa düşme durumunun şaka üzerinden bir provasını yapıyoruz gibidir. Şakalarla gerçeklik üzerindeki kontrolümüzün keyfine varırız. İnsanları yarattığımız gerçekliklere sokabilmek ve onlara yeni duygular tattırmak isteriz. Kurbanımızın bilincinde bir değişiklik yaratabilmek, ona bir şeyler öğretebilmek bize mutluluk verir.
O yüzden ustalıkla yapılan şakalar çevremizdekilere verebileceğimiz en zararsız yaşamsal derslerdendir. Şakaya uğrayan kişi zarar görmeden çok şey öğrenebilir. Bir şeyi kaybettiğini sanabilir ve sonra ona kavuşmanın tadını kazanabilir, bir konudaki zaafı tatlılıkla yüzüne vurulabilir. Her şekilde mizah kendimiz ve insani zayıflıklarımız hakkında bir şeyler öğrenebilmenin en mutlu yoludur. Zorluklar ve acılarla öğrenilebilecek birçok şeyi kahkahalar atarak, neşeyle öğrenebiliriz. Bakış açımıza göre trajik gibi bir olayın aslında son derece komik olabileceğini keşfederiz. Ve bu bize aslında trajik olmayan sözde trajedilerin gürültüsünden kurtulma olanağı sağlar. Yıllar öncesine kadar ağladığımız şimdiyse izlediğimizde abartılı duygusal sahneleriyle dalga geçtiğimiz birçok Türk filmi aslında çoklukla duygu sömürüsü ve kendine acıma üzerine kurulmuş sahte trajedilerden oluşurdu. Aralarında nadiren de olsa insanlık durumunun samimi acılarına ışık tutan sosyal dramlar da vardı. Ama halkın yüzeysel duygularına hitap eden birçok filmin aslında ağlamaktan çok gülünecek kadar zavallı komikliklerden oluştuğunu söylemek de mümkündür.
İlk Şakanın Mucizesi
Bir bebek dünyaya geldikten birkaç hafta sonra gülmeye başlar. Bir bebeği güldürmek herhalde bizi en çok mutlu eden şeylerden birisidir. Bebeği güldüren şeyleri keşfederken onun dünyasını da tanırız. Gördüğü insanların yüzüne mutlulukla gülümsemesi dışında bir bebeği kahkahalara boğan ilk oyun aslında bir şakadır. Bebeğimizi kandırır ve saklanırız, sonra birden ortaya çıkar ve cee deriz ona. Bebeğimiz bu olay karşısında önce şaşırır sonra da kahkahalarla güler. Bu belki de ilk ve en temel şakadır, şakaların şakası, bir varmış bir yokmuşla başlayan masallar gibi. Bebek birden yok olan şeyin tekrardan önünde ansızın belirmesi karşısında büyük bir sevinç duyar. Psikologlar genellikle ilk yedi sekiz aya kadar etkili olan bu durumu ‘nesnelerin sürekliliği’ denilen bir zihinsel becerinin daha henüz bebeklerde oluşmamış olmasıyla açıklarlar. Bir bebek ilk aylarında dünyanın zihinsel bir resmini henüz tam olarak zihninde oluşturamamıştır. Nesneleri temsil eden imge ve kavramlara sahip değildir. Sadece bulunduğu anda algıladıklarından oluşan bir dünyası vardır. O yüzden bir şey yok olduğunda onun için gerçekten yok olmuş gibidir. Zihninde o nesnenin aslında bu dünyada var olmaya devam ettiği bilgisi henüz yerleşmemiştir. Bu durumda onun için dünya sürekli yeniden yaratılmaktadır, taptaze ve capcanlı bir dünyadır bu.
Bizler büyüdükçe ve dünyayı imgelemimizde taşımanın birçok yolunu öğrendikçe dünyaya ilişkin bu sabitlenmiş bilgi daha stabil bir dünyada yaşamamıza neden olur. Dünyanın gerçekliğiyle her an temas etmesek de onun aynı şekilde sürdüğünü düşünürüz. Bu algı biçimi bir bebeğin dünyayı bir mucize gibi algılayan zihin durumundan çok uzaktır ve yaşamı daha sıkıcı bir yere dönüştürür. Aslında yapmamız gereken dünyayı tekrar tekrar taze bir şekilde yeniden algılamayı başarmaktır. İşte bu yüzden mizahı ve şakayı yaratırız, bu yüzden manevi çalışmaları ve sanatı yaratırız. Bütün kavramsal haritamızı ve bilgilerimizi feda etmek istemeyiz haklı olarak, çünkü bu karmaşık dünyada var olabilmek için o kavramsal sisteme ihtiyaç duyarız. Ancak bu sistemin boğuculuğundan kurtulmak ve yeniden dünyamızı farklı şekillerde anlamlandırmak için de mizaha ihtiyaç duyarız. Bu yüzden demiş Nietzsche “Mizahın eşlik etmediği bir hakikati sahte saymalıyız.”
Mutluluk dediğimiz şeyin bir tarifi yok ama sevdiklerimizle gülerek neşeyle yapılan bir sohbet sırasında ona çok yaklaştığımızı belki de tam olarak içinde olduğumuzu hissederiz. İnsanın neşe veren duyguları yaşayışı tatlı bir gülümsemeden göbeğimizden gelen içten kahkahalara kadar uzanan bir spektrumda değişir. Hayat onu ciddiye alanlar, hakkını vererek yaşamaya çalışanlar için ayrı zorluklar içerir, ancak bu zorluklara katlanan ve doğru şekilde çabalayan insanların çabalarına ulaştıklarında yaşadıkları sevincin de değeri ölçülemez. Budacılığı Hindistan’dan Çin’e getiren ve orada dokuz yıl bir mağara duvarına bakarak nihai aydınlanmaya ulaşmaya çalışan Bodhidharma bir gün mağarasında derin meditasyon halindeyken mağaranın girişinde kim olduğunu anlamadığı ve bir hayvan sandığı için ona taş atan iki çocuk sayesinde tam aydınlanmaya ulaşmış. Bodhidharma kafasına taşı yer yemez gördüğü gerçekliğin harikalığı karşısında kahkahalarla gülmeye başlamış. Acaba o anda Bodhidharma ne görmüştür?
Onu güldüren şey büyük ihtimalle kozmik şakayı anlamış olmasıydı. İliklerimize kadar hepimizin içine düştüğü evrensel aldatmacanın tam olarak farkına varmıştı. Bu deneyimi yaşamamış olanların bizi bütün dertlerden azat eden bu kahkahayı atabileceğini düşünemeyiz. Kozmik bir şakanın içinde olduğumuza hiç şüphe yok. Şakanın içine düşen kişi bundan pek memnun olmayabilir, ta ki onun bir şaka olduğunu anlasın. Peki kozmik şaka bir takım güçlerin bize oynadığı bir oyun mu? Yoksa bizim saflığımız ve cahilliğimiz yüzünden kendimizi içine düşürdüğümüz bir durum mu? Neden ölümlü bir dünyaya verili bir amaç olmadan geldik? Doğmayı biz mi seçtik yoksa doğurulduk mu? Kurban mıyız, zalim mi yoksa kurtarıcı mı? Bu soruları bulmak ve şakadan uyanmak sonra da kahkahalarla gülerek neşeyle yaşama devam edebilmek bizim elimizde mi, yoksa çaresiz miyiz?
Yazının başında bir şeyin hem içinde hem de dışında olmanın mümkün olup olmadığını sormuştum. Bir konuyu, bir insanı anlamaya çalışırken ona mesafe koymak mı gerektiği, yoksa o kişi ya da olguyla içli dışlı olarak mı onun en iyi şekilde anlaşılacağını tartışmalıyız. Kendimiz için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Biz kendimizi tam olarak anda yaşarken mi anlarız, yoksa yaşayıp bittiklerimize geri çekilip bakarken mi? Örneğin çok sigara içmek gibi pek sevmediğimiz bir alışkanlığımız olsa ve kendimizi kaptırıp bolca sigara içtikten sonra pişman olup sigara içen tarafımıza uzaktan bakıp onu eleştirdiğimizi ve sigara içmeme kararı aldığımızı düşünelim. Sigara içmeyi seçen ben onu eşleştiren benden ayrı ve uzak biri midir? Günlük mantığımız ya içindeyiz der ya da dışındayız. Örneğin aynı anda bir odanın hem içinde hem de dışında olamam ya da sigara içmeyi seven ve içmeyi istemeyen kişi aynı anda olamam diye düşünmemiz gibi.
Şakanın içinde olan kişiyle şakayı yapan kişinin aynı kişi olması da buna benzer. Normal günlük algı ve mantığımızda bunlar ayrı olmalıdır. Ancak belki de biz her şeyi tam olarak olduğu gibi göremiyoruz. Kendimizi bölüp dünyanın kalan kısmının biz olmadığına inanarak kendimize hiç de komik olmayan bir şaka yapıyor olabilir miyiz? Bir kitabın yazarı onu okuyan kişidir ifadesi bize akıl dışı gelebilir. Ancak yazılan bir eser yazarı tarafından bile dönüp okunmaz mı? Her okurla birlikte o kitap yeniden ve farklı bir şekilde yazılır. Özne ve nesnenin bu şekilde birbirlerini ortaya çıkarıyor olmaları evrenin en büyük mucizesi olabilir. Bir nesneye bağlanmayan bir özne ya da bir özne tarafından algılanmayan bir nesne olamayacağına göre özneler ve nesneler tek başlarına bir şey ifade etmezler. O halde dünya bir özneler-nesneler sürekliliğidir. Ne benlik dünyadan ayrılabilir ne de dünya benlikten. Oysa biz bu ikisini, akılla güdülenen modern günlük yaşam bilincinde çok büyük sorunlara neden olacak şekilde iki ayrı uçta konumlandırırız.
Şakadan Mucizeye
Eğer akıl, özne ve nesnelerin sürekliğini kavrayamıyorsa da bu durum gerçeğin doğasını değiştirmez. Mucize akılla kavranır olmayan şeydir. Eğer akıl mucizeyi kavrasaydı o mucize olmazdı. Eski bir hikayede bir grup insan Hintli bir bilgeyi ziyaret edip ondan mucizesini göstermesini istemiş. “Her bilgenin bir mucizesi var, kimisi suyun üzerinde yürür, kimisi ateşten yanmadan geçer seninki ne?” diye sormuşlar. Bilge eline bir dal alıp havaya atmış ve dal yere düşmüş. Benim mucizem budur demiş. Bilge bu hareketiyle ne demek istemiş olabilir? Eğer yerçekimi kanunuyla bu düşüşü açıklamaya girişirsek olayın özünü kaçırmış oluruz. Mucize dalın yere nasıl düştüğü açıklandığı zaman sona ermiş olmaz. Çünkü bilgenin söylemek istediği şey çok daha başkadır. Bilge her gün olmasını artık sıradan bir şeymiş gibi görmemizin karşıtı olarak aslında, bir cismi havaya her attığımızda düşüyor olmasındaki mucizeye dikkat çekmektedir. Bir kere olan, akıl almaz şekilde ortaya çıkan, ender olan şeyleri mucize gibi görmeyi bırakmalıyız. Asıl mucize her gün yaşadığımız yaşamın değişmez bir şekilde önümüze getirip sunduklarıdır. Mucize amaçları ve anlamı bizden ustaca saklanmış bu evrende tam da onlar saklandığı için yaşayabilmemizin mümkün olmasıdır. Mucize nefes alıp verebiliyor olmamızdır. Yarattığımız bir nedenin belli şekilde sonuçlanmasının kaçınılmaz olmasıdır. Ve gene de olayların akışı üzerinde tam da bu yasaları kullanarak az da olsa belli ölçüde bir kontrol sağlayabilmemizdir. Mucize her kış karın yağması, baharda çiçeklerin açması, yazın meyve vermeleridir. Eğer doğanın bu mucizevi üretkenliğine saygı duyar ve onun düzenini şimdi olduğu gibi bozmaktan korkmazsak bu mucize sürecektir. Ancak eğer bu döngünün, değişmez yasalarla işleyen bu evrensel düzenin ne kadar sonsuz ve büyük bir mucize olduğunu takdir edemezsek bu mucizeyi algılayamaz hale gelebiliriz. Bu defa da kendimizi yok etme, zayıflatma hatasına gireriz ve hata yapanın yok olması mucizesiyle karşılaşabiliriz.
Katharsis duygusal boşalmadır. Bir psikoterapi yolculuğunun sonunda, uzaklara yapılan güzel bir yolculuk ya da uzun ve derin bir meditasyon inzivasının sonunda bazen insan yaşamında kendisine yarattığı zorlukları anladığı zaman sanki kötü bir şakadan uyanmış ve arınmış gibi olur. Kahkahalar içinde kalır ve dünyada dert ettiği her şeyin ne kadar boş olduğunu görür. Dünya hiçlikten her an yeniden doğarken, duyu organlarında canlanan bu mucizeyi, dünyayı zihninde taşımayı bilmeyen bir çocuğun kayıtsızlığıyla yaşamaktan daha değerli ne olabilir? “Her şey” denen karmaşa “Hiçlik” denen basitlikle aşılabilir.
Mutlu olmanın daha çok haz almakla karıştırıldığı dünyada, basit ve hiçbir zaman yanımızdan ayrılmayan hiçlik mucizesini tekrar kazanmaktan başka bir kurtuluşumuz var mı? Hiçliğin, yok oluşun, boşluğun bizde yarattığı korkuyu aşmadan dünyada tam bir sevinç ve güvenle yaşamamız zor görünüyor. Yaşarken, varken hiç olabilen kişi kozmik şakaya gülmeyi başarabilmiş ve mucizenin haklı mutluluğu içinde kaybolmuştur. O artık yoktur. Ve bu bir şakadır.