Samimiyet kazandı, gerçekten…
Sami Özuslu’nun isminden kotarılmış bir ses oyunu değil bu, hayatın nabzı…
Ömrünce hiçbir farklı hesabı olmadan bu yurdu sevdi; eğilmedi, kirlenmedi, sözünü esirgemedi, isyanını gizlemedi, başkaldırısını dizginlemedi.
İşini, siyasi duruşunu, pozisyonunu, konumunu, yerini, imkanlarını, lafını, kalemini, aklını ve yüreğini kendi kişisel menfaatleri ya da serveti için kullanmadı, onca saldırıya rağmen yılmadı, düşüncesini paylaştı.
Yaşadığımız çağın ve yurdun en fazla özlenen duygusuydu samimiyet, sahicilik, içtenlik ve bu gerçeklik değer buldu.
Sandığın değil yalnızca sokağın sonucu da buydu.
***
Seçime katılım çok azdı.
Doğru, öyleydi…
Katılım çok daha yoğun olsaydı, muhtemelen daha yüksek bir oy sayısına ulaşacaktı, Sami Özuslu ve Cumhuriyetçi Türk Partisi…
Halkı son dönemde siyasetten bezdiren, demokrasiyi katleden, yalanın ve kaosun istikrarını yaratanlar hükümetteydi.
Hatta bu bezginliğin, isyanın ve kırılmanın ana sebebi ‘emir komuta’ düzeninde bu hükümetin oluşumuydu.
Müsteşarları, müdürleri gezdirdiler kapı kapı…
Kamusal imkanları kullandılar tepe tepe…
Yine de sandığa taşıyamadılar halkı…
Samimiyetsizlik bu kez tutmadı!
***
Cumhuriyetçi Türk Partisi seçim boyunca her bir seçmene seslendi, bu ülkenin her bir insanına…
İçine kapanmadı, tam aksine, olabildiğince kapsayıcı bir tavır sergiledi.
Toplumun kırılan özgüvenine karşı “sen hep varsın” dedi ve ortaya ciddi bir önerme koydu: “Bu ülkenin yükünü sen sırtlıyorsun ve yönetimde yerini alacaksın.”
Ulusal Birlik Partisi ise tüm stratejisini “güç” üzerine kurdu.
O “güç” hem kendini hem de ülkeyi “zehirlemişti” oysa…
***
Umut etmekten vazgeçmeyenler için önemli bir ara seçimdi.
Sonucu da mesajı da çok oldu.
Sandığa gidenler de bir irade yansıttı, gitmeyenler de…
Tümünü topladığınız zaman “böylesi bir yaşamı, yurdu, yönetimi hak etmiyoruz” sonucu çıktı ortaya…
***
Yemenili bir teyze vardı, Sami Özuslu’yu tutmuştu, sımsıkı… Ellerini omuzlarına yaslamıştı, göz göze bakıyorlardı ve o bakışların içinden bu ülke akıyordu.
“Tanıyor musun” diye sormuştum.
“Yok” demişti.
O gün seçimi kazanmıştı.
Katılım oranı: Seçilenler yönetmiyorsa, seçmenin anlamı kalmıyor
Seçmen daha az sandığa gidiyor.
Haklı!
İradesine değer verilmiyor, seçen de seçilen de söz sahibi olamıyor.
“Bu ülkeyi biz yönetmiyoruz” duygusu giderek yayılıyor, kemikleşiyor, kurumsallaşıyor.
O nedenle seçime katılım azaldıkça azalıyor.
İnanç kayboluyor, güven, itimat…
Seçilenler yönetmiyorsa, seçmenin anlamı kalmıyor.
***
Şu anda seçime yönelik ilgisizliği ölçmek için ciddi bir araştırmaya, bilimsel çalışmaya, kamuoyu yoklamasına sahip değiliz.
O nedenle yorumlarımız göreceli…
Siyasi tepki, rehavet, öfke, tek vekil seçimine dair inançsızlık, kayıtsızlık, tatil, usanç, yoksullaşma…
Tümünün etkisi vardır muhtemelen…
“Örgütlü” bir boykot görmedik ayrıca…
Yine de…
Seçimlere dair inançsızlıktan en fazla mesaj alması gerekenler Ankara ve dublörleridir.
***
Sandığa küskünlük üzerinden kendilerine başarı devşirenler bu fırsatı kaçırmadılar doğalında…
Yine de şu soru yanıtsızdır: Sandığı politik anlamda boykot edenlerin, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan bu rezil düzeni değiştirmek için önerisi nedir?
Klavye histerisi dışında ortak bir hedef, çalışılmış bir tasarı ya da uzlaşılmış bir proje öne çıkmıyor.
***
Kıbrıs’ın kuzeyinde bir “yönetim” mi var yoksa bir “alt yönetim” mi?
Şimdi bunu daha ciddi tartışmamız gerekiyor.
Son sözü Faize Özdemirciler’den ödünç bir ifadeye bırakıyorum:
“En büyük sorun bu ülke insanının aidiyet duygusunu yitirip ülkesini satılık arsa olarak görmesidir.”
Umarım, öyle değildir.
Yok öyle genellemek
“Başbakan” olarak anons edilen Ünal Üstel’i dinledim.
“Seçim sonuçlarından tüm siyasi partiler ders almalıdır” mealinde konuştu.
Ortakları da öyle…
Bunu başka başka söyleyenler de oldu...
Elbette siyasetteki tüm aktörler bunu yorumlamak zorundadır.
Ama öyle “eşitleyici” bir genelleme ile meseleye yaklaşmak haksızlık oluyor.
Asıl ders alması gereken, müdahaleyi davet ve kabul edenlerdir.
Eşitsizliği, adaletsizliği ve yoksulluğu büyütenlerdir…
“Seçime Katılım Oranı”nda dibi görmüşsek tüm bu saydıklarımızın rolü çok fazladır.
Ünal Üstel’e sadece muhalifleri değil kendi partilileri de “atanmış Başbakan” diyor!
Sandık boykotunu salt “ekonomik kriz” ile yorumlamak, buna karşılık demokrasi ve iradeye dair tek bir söz etmemek deve kuşu misali başını kuma sokmaktır.
Üstel, seçimlere katılım oranının böylesine düşük olması sonrasında “Seçim ve Halk Oylaması Yasası’nın gözden geçirilmesi gerektiğini gördük” diyebildi.
Kendi konumunu…
İradeyi…
Demokrasiyi getirdikleri noktayı da “gözden geçirir” belki…
Örgütlü siyaset ve bağımsızlar
Seçimlerde çok duyarsınız.
“Bağımsız adayların şansı yok, çünkü siyasi parti adayları, her mühürde ayrıca birer oy kazanıyorlar.”
Bu seçimde öyle değildi.
Her mühür “tek oy” anlamına geliyordu, hem bağımsız, hem de partili adaylar için…
Yine “örgütlü siyaset” kazandı.
Bireyselliğin değil örgütlü mücadelenin ve siyasi partilerin önemi görüldü.
Seçimlerde yarışta olan iki adayın en temel farklarından biri de buydu.
Sami Özuslu, bir siyasi hareket içerisinde yıllarca emek vermiş, partisi içerisinde kök salmış, örgütlü bir gelenek içerisinde yıllarca mücadele etmişti.
Ulusal Birlik Partisi adayı Ali Başman ise belki ilk kez siyasetle tanışmış, tabana inmiş, siyasete dair söz söylemişti.
Memleketin siyaset kültürü açısından böyle de bir mesajı vardı seçimin…