Seçil TOPRAK
sectoprak@gmail.com
Yusuf Atılgan çok değerli romanı Aylak Adam’da akıllara kazınan şu cümleleri kurar sinemada film izlemiş insanlar için: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Evet, bir sanat olarak sinema ve onun meyvesi film, ortaya çıktığı ilk günden beridir ilgiyle takip ediliyor ve kitleler üzerinde büyük etki yaratıyor. Bundan dolayı olsa gerek ki sinema sansüre hiç de yabancı bir sanat değil.
Aslında hep tartışılagelmiş konulardan biri sinemanın ait olduğu yerle de alakalıdır. Sinema bir sanat mıdır, sinema kendinden önceki sanat dallarının üzerine kendini yaslamış da onlardan beslenerek adeta kendini mi yaratmıştır zaman içinde? Ne olursa olsun, onu “yedinci sanat” ifadesiyle hem ötekileştirerek hem de ona ayrı bir mevki vererek sinemaya belki de bir yüceltmeyle baksak da ondan vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek. Peki, sinemanın bir kaçış mekanizması haline dönüştürülmesi ne kadar doğrudur? Yukarıda sinemanın sansürle çok yakinen ilişki içinde olduğundan bahsetmiştik. Çünkü sinemanın kitleler üzerindeki etkisi diğer sanat dallarından daha fazla. Bunun nedeni pek tabii ki eserin büyük kitlelere aynı anda ulaşması ve görüntüye dayanması... Sinemanın bu gücünü görenlerin hemen eğlence yönüne sarılmaları ve “insanları eğlendirme, onlara iyi vakit geçirtme, yaşadıkları dünyadan koparma” gibi misyonları ön plana çıkarmaları pek de masum bir çaba değil. Ne de olsa düşünen, yargılayan, soran bireyler yerine; ortak kanılarla düşünen, bir sürü mantığıyla hareket eden insanları kontrol etmek daha kolaydır.
Franz Kafka’nın Şato adlı eserine odaklanan ve bir Kafka biyografisi olan 1991 yapımı Kafka filminde, (yönetmen, Steven Soderbergh) ünlü Kale’nin acımasız sahiplenicilerinden biri şöyle der: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.” Bu yüzden bireyin düşünmesi, hareket olanakları kısıtlanmıştır; her dilediğini yapamaz, her şeyi ifade edemez. Zaten ifade edeceği pek bir şey de kalmamıştır elinde, beyninde. Sadece işe gider, sisteme hizmet eder, çarkın bir parçasıdır. Hani o Modern Zamanlar’ın ünlü çarkının... İşte insanları pasifize etmenin en kolay ve etkili yolu budur. Aynı şeyleri okutmak, izletmek, düşündür(me)mek! Toplumsal belleğimizin silinmesi ve her şeyi çabucak unutur hale gelmek günlük yaşantımızın vazgeçilmez bir yönü olmuştur.
Çok değil daha birkaç yıl önce, İstanbul’daki Emek sinemasının kapatılması üzerine yapılan protestoları bir düşünelim. Bu protestolar, birkaç sinemaseverin büyük perde sevdası değil, izleyiciyi giderek daha da tek tipleştiren bir sistemin dışavurumuydu. Bir halka haline gelen ve etrafımızı iyice çevreleyen “AVM sineması” diye adlandırdığımız büyük komplekslerin önümüze sunduğu filmlere de dikkat edelim tabii ki. “Halk bunu istiyor” mantığıyla (veya mantıksızlığıyla) üretilen filmler geniş dağıtım imkanı buldukça daha minimal ve “festival filmi” olarak adlandırılan filmlere yaşam imkanı tanımayan bir sistem oluştu. “Düşünme, kıpırdama, okuma, izleme” diyen bir sistem. “Düşüneceksen de bunu düşün, okuyacaksan bunu oku, izleyeceksen de bunu izle” diyen bir sistem. Sanatın, dönüştürücü kuvvetini hiçe sayan ve yaygınlaştırıcı yönünü öne çıkaran bir sistem.
Sinemaya da uyarlanan Fahrenheit 451 romanı yukarıda değindiğim konuları çok iyi özetleyen bir örnektir aslında. Fahrenheit 451 özünde, özgürlüğümüzü teslim ettiğimiz ellerin bizi ne hale getirdiğini vurgular. Yani günlük yaşamını idame ettirmekten başka bir şey bilmeyen ve bunu yaşamak olarak yorumlayan kölelere dönüşmemizi... Kitapların yakılması; bilincimizin silinmesi, belleksizlik anlamına gelir. Kahraman İtfaiyeci Montag (filmde Oskar Werner’in canlandırdığı karakter) her gün metro ile işine gidip gelirken sürekli metroda karşılaştığı Clarisse (filmde Julie Christie) ona sorular sorar ve aklını karıştırır. Bu sorulardan bazıları şunlardır: “İtfaiyecilerin bir zamanlar yanan evleri söndürüp kitapları yakmadığı doğru muydu? Kitapları neden yakıyorlardı?” Montag kitapların yakılma sebebi olarak “insanları mutsuz ediyorlar” karşılığını verir. Clarisse filmde çok önemli bir kırılmayı da sağlayacak şu soruyu da sorar: “Hiç yaktığın kitapları okudun mu?” Montag, önce ilgisini çekmediğini söyler, sonrasında yapacak daha iyi işleri olduğunu belirtir ve sonra da “yasak” olduğunu söyleyerek cevaplar Clarisse’in sorusunu. Montag’ın film içindeki dönüşümünde uyanışını bu sorular başlatır. Yani her zaman, önce soru vardır. Eşelemek, düşünmek, düşünceyi harekete geçirmek için ilk adım “soru sormak.” Bunu bize öğreten, gösteren en doğru adreslerden en önemlileri ise kitaplar ve filmler! O yüzden ne okuduğumuza, ne izlediğimize ve bize nelerin sunulduğuna daha fazla dikkat etmek gerek. İzlerken ve okurken kendi tercihimizi mi yapıyoruz yoksa bize sunulanla mı yetiniyoruz?