Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nda yaşanan sansür krizi, birçok kesimin dikkatini çekti. Siyasilerden sanatçılara kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılan tartışma, farklı boyutları ile ele alındı. Ben biraz somut olaydan uzaklaşıp, genel anlamda sanat ve ifade özgürlüğü noktasından konuyu ele almak istiyorum.
Yaşar Ersoy’un “Yangın Yerinde Kabare’’ adlı oyunun engellenmesi ile ilgili çıkışının ardından başbakan Ersin Tatar, biraz sinirlendiren ama bolca güldüren bir açıklama yaptı. Tatar, devletin patron olduğunu ve kimsenin ifade özgürlüğü diyerek her istediğini yapamayacağını aktardı. Hemen ardından, “KKTC’de ifade özgürlüğü yoktur diye bir durum mu var? KKTC’de böyle bir sıkıntı yok” diyerek, taban tabana zıt iki yaklaşımı kamuoyu ile paylaştı. O andan itibaren, sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak, başbakanı yaşadığı akıl karışıklığından kurtarma isteğim canlandı. Belli ki ya ifade özgürlüğü kapsamında sanatın ve sanatçının hangi boyutlarda korunması gerektiğini bilmiyor ya da etrafındaki kişilerce yanlış yönlendiriliyor. Her iki durumda da, demokratik bir yönetimi temsil eden başbakan sıfatının çok uzağında duruyor. Buna yüreğim dayanmadı.
Az kalsın unutuyordum. Beni en fazla hüzünlendiren kısım da şudur: “Vatandaşın hakları olduğu kadar Devletin de hükümetlerin de halkın gerçek menfaatlerini ve huzurunu düşünerek bazı tedbirleri ve kararları alma hakkı vardır. Aksi takdirde kaos anarşi ve toplum içinde ciddi çatışmalar ortaya çıkar”. Sahip olunan seviye, maalesef insan haklarının a-b-c’sini bilmeme boyutundadır. Devletlerin, toplumlar üzerinde kullanabilecekleri hakları yoktur. Ama buna karşılık, toplumsal demokrasiyi sağlamak için yerine getirmeleri gereken yükümlülükleri vardır. Bunu da özgürlükleri pervasızca sınırlayarak, hakları kullanılmaz hâle getirecek boyutta adımlar atarak sağlayamazlar. Siz de takdir edersiniz ki, bir yazı ile bu konuyu açıklığa kavuşturmak mümkün değildir. Yine de ufak tefek bilgiler paylaşmaya çalışacağım.
Gelin sizi liberal ve faydacı düşüncenin en önemli isimlerinden biri olan John Stuart Mill’in, 1859 yılında yazmış olduğu “Düşünce ve Tartışma Üzerine” isimli eserle tanıştırayım. Konuyu ilk olarak hukuki metinlerden öte felsefik yaklaşımlar ile ele almak ufuk açıcı olabilir. Mill kitabında, herhangi bir düşüncenin ifade edilmesini engelleyen uygulamaların birçok nedenle zararlı olduğunu bize aktarır ve devamında şunları dile getirir: “Bir düşüncenin dile getirilmesinin engellenmesi kötüdür. Çünkü hem bu kuşağı hem sonraki kuşakları, hem bu görüşe karşı çıkanları hem de bu görüşü benimseyenleri, yani tüm insanlığı ondan yoksun bırakır. Eğer bu doğru bir görüşse, yanlışın yerine doğruyu koyma fırsatından yoksun bırakılmışlar demektir; eğer yanlışsa, o zaman da doğru görüşün yanlış olanla çarpışmasından doğacak daha açık algıdan ve bunun bırakacağı canlı izden olacaklardır”. Bu yaklaşım, yıllar sonra birçok insan hakları sözleşmesinde korunacak ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne konu olan davalardaki kararlara şu şekilde yansıyacaktır: “İfade özgürlüğü sadece kabul edilen, zararsız ya da farklı olan bilgi ya da düşünceler için değil ama ayrıca hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bunlar, ‘demokratik toplumun’ onlarsız olamayacağı; çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereğidir”. İki durumda da belirtilen, kendini mutlak doğru olarak dayatan düşüncelerin demokrasiye zarar verdiği ve özgürlüklerin var olabilmesi için devletlerin her türlü fikrin ifade edilmesine zemin yaratacak ortamı sağlama yükümlülüğünün olduğudur.
Unutulmaması gereken en önemli noktalardan biri de, ifade özgürlüğünün en geniş anlamda korunduğu konuların başında, siyasi eleştiri içeren düşünceler geldiğidir. Hükümetler ve devletler, kendi çalışanları tarafından dile getirilse bile, en ağır - sert eleştirileri hoş görmeli ve hakkın kullanımı ortadan kaldırıcı önlemleri engellemelidirler.
Eğer işin içine sanat eseri giriyorsa, o noktada konu daha da hassaslaşır. Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Farida Shaheed, 14 Mart 2013 tarihinde hazırladığı “Sanatsal İfade ve Yaratıcılık Özgürlüğü Hakkı” başlıklı raporda şu görüşü savunur: “Sanatçılar insanlara keyif verebilir, fakat aynı zamanda toplumsal tartışmalara katkıda bulunur, bazen karşı bir söylemi dillendirir ve mevcut güç odakları karşısında bir denge oluştururlar. Sanatsal yaratıcılığın hayatiyet kazanması, kültürlerin gelişimi ve demokratik toplumların işleyişi için zaruridir. Evrensel insan hakları normlarının hayata geçirilmesinde asıl önem arz eden, geleneksel nüfuz, kurumsal ya da ekonomik iktidar veya toplumdaki demografik üstünlüğe dayanan bir bakışla keyfî ayrıcalıkların yaratılmasının önlenmesidir. Bu ilke, sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü hakkı ve bu hakka dair muhtemel sınırlamalar konusunda ortaya çıkan her meselenin kalbinde yatar.”
Aktarılan raporda da anlaşılacağı üzere, sanatın ve sanatçının doğasında; bir karşı duruş ve içinde yaşadığı topluma duyduğu hassasiyeti farklı araçlar yoluyla tartıştırma ihtiyacı vardır. Yani siz çıkıp, tiyatronun patronu devlettir, patron ne yapılacağına karar verir, diyemezsiniz. Peki, sanatta ifade özgürlüğü nedir? Raporun ardından Türkiye’de sanatta sansür vakalarını araştırıp belgelemek ve bu yönde bir bellek oluşturmak için kurulan Siyah Bant’ın 2016 yılında yayınladığı “Sanatsal İfade Özgürlüğü Kılavuzu”nda, konuyu daha iyi anlayabileceğimiz tanımlara yer verilir: “Sanat özgürlüğü söz konusu olduğunda; ifade özgürlüğü, sanatçının özgürce çalışmalarını yürütebilmesini veya sanat eserlerinin yaygınlaştırılmasını ve bunun devlet veya başka bir kişi tarafından müdahaleye uğramamasını, kültürel haklar ise sanatçının veya sanat eserlerinin devlet tarafından desteklenmesi ve sanat eserlerine ulaşmak isteyen kişilerin eserlere erişim hakkını güvence altına alır”. İster Devlet ister belediye isterse muhtarlığa bağlı bir tiyatro olsun, durum değişmez. Her koşul ve mekânda sanatsal ifadelere yaşam alanı sunmak, desteklemek, yaygınlaşmasını sağlamak ve onların önünü tıkayacak yaklaşımlara izin vermemek devletin yükümlülüğüdür.
Tiyatronun daha özerk bir yönetime kavuşturulması noktasında yasal yoksunluklar varsa, onları düzeltmek de devletin görevidir. Tüm bunlar için, demokrasiden nasibini almış, özgürlüklere saygılı ve kendini mutlak doğru olarak yansıtmayan eleştiri kültürü gelişmiş bir zihniyet gereklidir. UBP – HP hükümetinin tavrına bakıldığında, bu yönde bir zafiyet olduğu anlaşılır. Eğer HP kanadı durumdan rahatsızsa (ki basına yaptıkları açıklamalardan o anlaşılıyor), o zaman gerekeni yapmalı ve oynanması engellenen eser en kısa zamanda Devlet Tiyatrosu oyuncuları ile buluşturulmalıdır. Ayrıca yasal çürümüşlüğü gidermek için de en kısa zamanda öneri hazırlayıp sunmak, boyunlarının borcudur. Yaşanan utançtan kurtulmak için açıklama yapmak yeterli ve anlamlı değildir. Toplum söz dinlemek değil, icraat görmek istemektedir.