Seçim atmosferine girildiği zaman “kararlı kalabalık” kendi safına yerleşir.
Cepheleşme başlar.
Sözler ve eylemler illaki “ince” bir mesaj içerir, seçmene göz kırpılır.
Ota topa böceğe kuşa bildiri yayımlanır.
Böylesi dönemlerde sahicilik ve samimiyet büyüteçle aranır.
İletişim oyunlarının seçiciliğinde bir “gösteri dünyası”na dönüşür sahne!
Siyasi figürler kutsallaştırılır.
“Bizim” olan mutlak haklıdır ve ne olursa olsun “doğru” söylemiştir.
“Öteki” mutlak yanlıştır, çirkindir, hatta iğrençtir ve ne olursa olsun “itici”dir.
* * *
Tüm coğrafyalarda süreç aynı mı yaşanır, bilemem…
Ama bizim gibi geri kalmış demokrasilerde böyledir.
Seçimin kendisinin aslında bir “illüzyon” olduğunu unutur, giderek sessizleşen iradenin etrafında oynar dururuz.
Vesayetin çizdiği sınırların dışına çıkanı “kurt” kapacak güdüsüyle ürkekleşir, dişimizin kestiğini kopartır, kesmediğini yuvarlar, kurtlanırız durduğumuz ve kokuştuğumuz yerde…
* * *
Oyun!
“Sandalye kapmaca” mı derdik adına, öyle anımsarım.
Çocukken yaş günlerinin değişmez oyunuydu.
İnsan sayısından bir eksik olurdu sandalyeler…
Diyelim beş kişisiniz, dört de sandalye var ortada.
Müzikle başlardı oyun!
O sandalyelerin çevresinde dansla döner, müzik durduğu an birine otururduk.
Böylece bir kişi boşta kalırdı her daim, ayakta!
Kaybeder, oyundan çıkardı.
* * *
Sonuç üretmeyeceksek eğer…
Cesaretli, gerçekçi ve kararlı bir “siyaset” ortaya koymayacaksak…
Çok açık ve seçik “içeriği” konuşmayacaksak…
Liderlik yapamayacaksak…
Gelen “ağamız” olacaksa, giden “paşamız…”
Farklı mimiklerde ya da dillerde “şükran” çekecek, “ortaklık” hissetmeden güya “bölünerek” birleştiğimizi sanacaksak…
Barışı savaşın dilinde konuşacaksak halen…
“Sandalye oyunu" değil de nedir seçim?
* * *
Müzik başladı yine!
Bakalım bu kez kim kalacak ayakta…
Kim oyun dışı!